Cumartesi, Aralık 24, 2011

Hobi Günlükleri (1)

Merhabalar herkese. Normalde ayda azami 4 yazı yazabilen ben bir gün içinde iki tane yazı yazıyorum, bu da demek oluyor ki finaller kapıya dayanıyor. Ders çalışmadan önce yapılabilecek tüm aktiviteleri dörder beşer defa yaptıktan sonra her sınava bir önceki geceden rahatça çalışabilirim demektir. Neyse konumuza dönelim biz.

Çocukluğumdan beri öyle herhangi bir konuda çok yetenekli bir çocuk değildim. Hiç yaptığım resimler çok güzel olmadı, org çalarken hiç insanları yaptıkları işleri bıraktırıp kendimi dinletecek yeteneğim yoktu, şarkı söylerken insanlar huşu içinde beni dinlemiyordu, yazdığım komposizyonlar belki iyiydi ama parmak ısırtacak kadar değil. Hayır hiç o kadar iyi olmadım. Derslerde de matematikte özel bir yeteneğim yoktu, tamam sekiz senelik ilköğretim hayatım boyunca çok parlak bir öğrenciydim ama herhangi bir derse özel yeteneğim olduğundan değil. Fen bilimlerinde ilgimi çeken tek şey deneylerdi, Türkçe dersini kolay ve dinlendirici olduğu için seviyordum, Tarih ve Coğrafya bilgilerimde iyiydi ama kusursuz ya da kusursuza yakın bir yeteneğim hiçbir şeyde olmadı.

Yeteneğim yoktu belki ama sanatla ilgili olan her şeyi yapabilme arzum hep vardı. Güzel yapmıyorum diye elimi pek uzatmam bu tarz işlere ama arada bir kendime bir şeyler alıp uğraşıyorum. Mesela liseyi bitirdiğim yaz sürekli yağlı boya tablo yapmak istiyordum. En sonunda gittim kendime küçük boy bir tuval aldım. Eski kırtasiye malzemelerimi karıştırıp fırçaları ve yağlı boyaları ortaya çıkarttım. Ama ufak bir sorun vardı. Çizim konusunda harika bir insan değilimdir ama en azından bir şeyler çizebilirim iyi ya da kötü. Oysa iş boyamaya gelince her şeyi mahvediyorum. Ciddi anlamda. Bu sefer kararlıydım boyayacaktım da ama sonra ne çizeceğime karar veremedim, çizdiklerimi beğenmedim falan derken o tuval boş boş durdu uzun bir süre. Sonra bulduğum bir kağıttan bir deniz kızı kopyası çıkardım ve çizdim. Fena olmamıştı açıkçası. Onu çizdim ama sonra boyamaya korktuğum için çok uzun bir süre bir köşede durdu boş boş.

Bugün normalde Java çalışmayı planlıyordum ama bir baktım tuval kenarda duruyor boyaların olduğu komodin çekmecesi açık kalmış bana masum masum bakıyor. "Hadi Tuğçe yaparsın sen." diyerek kendi kendimi cesaretlendirerek aldım malzemeleri önüme, oturdum yere başladım boyamaya. En başta dedim "Aha battı bütün tuval. Kızım boyama yeteneklerin sıfırın altında işte ne diye batırdın şimdi şunu.". Sonra bir baktım hoşuma gitmeye başladı. Hatta bu mutluluğumu belirtecek bir tweet bile attım.

Aylar yıllardır boyanmayı bekleyen tablomu aldım önüme, şimdilik fena durmuyor.


Sen misin bunu diyen... Evren baktı ki bu kız "Aslında bende yapabilirmişim bunu." diye düşünmeye başladı hemen yamultayım şunu da görsün gününü dedi herhalde. Boyarken en en en yapamadığım yerler insan yüzleridir. O ağız, burun, kaş ve göz öldürseniz Cin Ali' den öteye geçmez bende. Nitekim yine öyle oldu, ne yapsam ne etsem deniz kızının yüzünü bir türlü boyayamadım. Sonuçta isimsiz ve yüzsüz bir deniz kızım olmuş oldu. (Şu biçimsiz resim için upuzun yazı yazmış ya çatlağa bak diyenlere en içten sevgilerimi yolluyorum.)


Hemencecik odamın duvarında yerini aldı eserim. Daha güzelini yapana kadar orada duracak. :)


Evde yağlı boya üzerinde etki edecek bir malzeme olmadığından çizimde kullandığım malzemeler aynen böyle duruyor. Biraz peçeteyle fazla boyalarını sildim ama nafile. Tablo boyama uğruna telefonum, kazağım ve eşofmanım yağlı boyadan nasiplerini aldılar. Hepsini geçtimde kazağıma azıcıkta olsa bulaşan mavi canımı sıktı ne yapıp edip onu oradan çıkarmak lazım.


Biliyorum orada bir yerde benim gibi yeteneksiz ama istekli insanlar var. Canım herkes bir Picasso ne bileyim bir Botticelli ya da bir Da Vinci değil. Alın sizde boyayın. Eğlenceli oluyor en azından. Şahsen ben bundan sonra bu işi daha sık yapmaya karar verdim. Belki gizli kalmış yeteneklerim ortaya çıkmaya karar verir. :)

Çizim yeteneğim kötü demiştim bir kaç örnek göstereyim de ne demek istediğim iyi anlaşılsın. :P



Tablonunda sadece çizim halinin fotoğrafını çekmiştim ama nerede olduğu konusunda hiçbir fikrim olmadığından ekleyemiyorum. :(

Cuma, Aralık 23, 2011

Tatlı Rüyalar

Şu anda çok uykum var ama düşünebildiğim kısıtlı şeylerden birisi, bir şeyler karalamak diğeri de aşırı derecede kola içme isteği.-Bu uğurda ablamı şu soğukta bakkala gönderdim siz düşünün artık ne kadar istediğimi-

Az önce annemle konuşuyordum ve telefonu kapatmadan önce her uykudan önde dediğim gibi "Tatlı rüyalar..." dedim anneme. Sonra aniden aklıma neden bunu bir gelenek haline dönüştürdüğüm geldi. Henüz ilkokulun başlarıydı ya birinci sınıftaydım ya da iki. Nasıl bir bilinçaltıyla yattıysam çok korkunç bir kabus görmüştüm. Daha doğrusu çocukken bana çok korkunç gelmişti. -Rüya iskambil kağıtlarındaki adamların orijinal hallerinin beni öldürmeye çalışmasıyla ilgiliydi. (bkz.bilinçaltının sapıtması) (Ayrıca bkz. şu programlama dersleri sayesinde parentezleri önce () şeklinde yazıp içini sonradan doldurduğumu fark ettim şu an :P)

Neyse rüya diyorduk. Ben bu kabusun etkisinden baya bir süre kurtulamadım o zamanlar. Yattığım zaman perdeye doğru baktığımda arkasından Kral' ın bana baktığını görür gibi oluyordum. -Şizofrenim çocukluğumdan kendini belli ediyormuş doğrusu- Bir süre yatmadan önce annemin yanımda kalmasını istedim ama bu iyi bir çözüm değildi tabii ki de. Tamam annem olunca hayaller görünmüyordu, annemden korktuklarını düşünürdüm, ama annemin ben uykuya dalana kadar beklemesi de çok kullanışlı değildi. Yarım saatte uykuya dalıyordum o zamanlar... Sonradan çocuk aklımla düşündüm, eğer annem ve babam bana "Tatlı rüyalar" derse kötü rüya görmemin mümkünatı yoktu. Öyle ya Kral bile annemden korkuyordu eğer onlar iyi dileklerde bulunurlarsa kötü rüyalar bana görünmezdi. Ya çok çıkarcı bir çocuktum ya da kötü rüyalara o kadar çok kafayı takmıştım ki her gece yatmadan önce en cici gülümsememle "Tatlı rüyalar" derdim annemle babama. Onlarda bana "Tatlı rüyalar." derdi ve gerçekten onlar dedikleri zaman hiç kabus görmezdim.

Kaç yıl geçti aradan hala "Tatlı rüyalar." denmesinin etkili olduğuna inanıyorum. Bu yazıyı uyumadan önce okuduysan eğer sana da "Tatlı rüyalar." :)

Not: Sonunda kolamı içtim ve yazımı da karaladım. Rahatça uyuyabilirim. :)

Salı, Aralık 20, 2011

Bir Noter Macerası

Abarttığıma bakmayın ortada macera falan yok. Maksat başlık afili dursun. Neyse afili başlığım ve ben "Öğrenci evindeki dağınık oda"da oturmayla yatma arasında bir halde bakışıyoruz. O bana göz kırpıyor "hadi dök içindekileri" diye, ben ona bakıyorum "canım çok sıkılıyor panpişim" diye. Sonuç olarak madem bu yeni kaydı açtık yazayım bari diye düşünüyorum. [Bunları yazarken aslında yazma eylemini gerçekleştiriyor olmam da pek bir ironik geliyor, öyle içimde kendi kendime bir tartışma yaratıyorum işte.] 

Neyse konuya dönersek, bu sene, sonunda devlet amca / baba / dayı her neyse bana burs vermeyi kabul etti, tabii önce benim notere 46 TL vermem şartıyla. Tamam buradaki çelişkiyi sorgulamak istemiyorum. Zaten noterde sıra falan da beklemediğimden kendimi şanslı saymalı ve susup oturmalıyım. 

Bugün sabah normal koşullarda sol tarafımdan kalkmamın imkansız olmasını geçersek oldukça sinirli ve uykulu olarak alarmı kapattım. Otobüse bindiğimde havasızlıktan dolayı sinirim daha da arttı. Sonra kampüs girişinde otobüste yapılan standart kimlik kontrolünde kızın tekinin bavulu andıran çantasından iki saat kimliğini çıkaramamasıyla birlikte sinirlerim iyice zıpladı. Okula girerken de dört ders Java ve iki ders Ayrık Matematiği düşündüğüme göre yüz ifademi ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Java dersinden sonra Ayrık Matematiğe katlanamayacağımı düşünerek eve gitmek üzere yola koyuldum. 

4.Noter bizim evin bir durak ötesinde olduğundan bari şu işi halledeyim de sonraya kalmasın düşüncesiyle 1 durak önce inip notere gittim. Şansıma bomboştu ama işlemde yapmıyorlardı. Kimliğimi ve 50 TLmi bırakıp [noterde bozuk para ve 5 TL kıtlığı olduğundan para üstünü dönüşte almak kaydıyla oradan ayrıldım] 1,5 saat sonra dönmek üzere eve doğru yola koyuldum. Bu sırada hafif bir yağmurda vardı dışarda. Şimdi düşündüm de "ya doluya yakalansaydım". Bir durak falan ama eve gidene kadar halim nice olurdu düşünmek bile istemiyorum. 

Eve geldim internet, çokonat, internet, çokonat, uyku şeklinde bir 1,5 saat geçirdim. Hatta alarmın çalmasından 2 -yazıyla iki- dakika önce arayan babamı takdir ve tebrik ediyorum. Telefonun sesini ilk duyduğumda hayır bu alarm olamaz diye tam mızıldanıyordum ki zaten melodinin her sabah uyandığım melodiye benzemediğini fark ettim. Benim bu fark ediş süremde Amy'ciğim "Well sometimes.." demeye başlamıştı. Babacığımda tam noter işini sormak için aramış. Telefon görüşmemi yaptıktan sonra hemen uyurken kenara koymaya zahmet etmediğim ve bu sebeple yatağımın üstünde duran çantam, montum ve emektar mp3 ümle birlikte yollara koyuldum. 

Yağmur hafiften atıyordu gene. Notere gittim ne göreyim! Yine boş. İçimden kötü kadın kahkahaları atarak bankoya ilerledim. Görevli imzalamam gereken kağıtları getirdi, işte isim okudum imza falan filan. Ben kağıdı okuyorum bir baktım eleman tepemde dikiliyor ve hala tekrarlıyor "Şuraya atıyorsunuz imzayı." diye. "Önce okumak istiyorum" dedim. Ne dese beğenirsiniz? "Hanımefendi siz imzayı atın zaten bir nüshası sizde kalacak o zaman okursunuz." Yüzüne ciddi olup olmadığını anlamak için baktım, bir de ne göreyim! Böyle ciddi ciddi bakıyor yüzüme. Ben içimden "işte böyle insanlar..." ile başlayan cümleler kurarken "İmzayı attıktan sonra okusam ne olur okumasam ne olur." diyerek konuyu kapattım. Hızlıca burs ile ilgili olan bölüme göz atarak fiyakalı imzamı atıverdim hemen. Eve doğru yürürken yağmurun hızlandığını fark ettim ama sonuçta destinatiton home olduğu için o cool yürüyüşümü bozmadım. 

Noter maceram burada bitti ama yazıyı bitirsem mi bitirmesem mi çok kararsızım. Zaten akseptans mektubum hala gelemedi. Madem geç yollayacaktınız benim "Taranmış kopyasını yollayın bari." fikrimi niye kabul etmediniz be vicdansızlar diyesim var, hatta dedim gitti. Anca "The Letters of Acceptance will be sent soon." de sen zaten. Nasıl bir 'soon' bu anlamadım. Sanırım ablamın 'birazdan' anlayışı gibi olacak bu 'soon'. Zira Kasım' dan sonra başlanacak gönderilmeye dediler Aralık bitiyor a dostlar. Bak yazdıkça sinirlerim bozuldu. Kendime normal bir yemek yapsam iyi olacak. Annemden tarif alma zamanı...

Pazartesi, Aralık 12, 2011

Erasmus Günlükleri (2) - Gergin Bekleyiş

Belki hatırlayanlar olur geçtiğimiz günlerde Erasmus yol haritamı yazmıştım, şurada. O yazıdan beri ilerleme kaydedebildim mi? Hayır. Zira şu lanet olası Letter of Acceptance hala elime gelmiş durumda değil. Ben acaba bu normal bir durum mu, yoksa LUT durup dururken beni kabul etmemeye mi karar verdi düşünceleri içerisindeyken en iyisi bir bilene sormak diyerek Feysbuktaki Erasmus Lublin grubunda endişelerimi dile getirdim. Aldığım yanıtlar pek iç açıcı değildi, zira en erken 1 ayda geleceğini söylediler. Bunun bana yarattığı sorunsa şu anda vizeye başvuramıyor olmak ve daha da önemlisi hala gideceğime kendimi inandıramadığım için uçak biletini almamış olmam.

Geçtiğimiz yazı da bulduğumu söyledim 78€ luk biletin yerinde yeller esiyor tabii ki, ve şu sıralar en ucuz bilet batmak üzere olduğu söylenen Air Baltic firmasının 62€ + 20€ (bagaj) olan bileti. Bileti gidiş dönüş alsam 600 TL'ye LOT' tan bulabiliyorum ama gidiş - dönüş almak istemiyorum. Belki geze geze dönmek istiyorum neden şimdi dönüş bileti alarak kendimi kısıtlayayım, haksız mıyım :P Ayrıca zaman geçtikçe bilet fiyatları an be an yükseliyor.

Erasmus Lublin grubunda birisi Celina' ya mail atıp Letter of Acceptance' ın taranmış bir kopyasını bana göndermesini istediğimi söylersem bu şekilde de vizeye vs. başvurabileceğimi söylemişti. 2 gün önce bende bu isteğimi belirten bir mail atmıştım. Sabah yanıtı geldi. Yakında gönderilecekmiş mektuplar. Cicim anlıyorum göndereceksiniz de, o zamana kadar ben sinir krizine girmezsem iyidir. Lütfen bir sorun çıkmasın şu işte çünkü cidden gergin bir bekleyiş benimkisi.

 Ha, bu arada Polonya' yı beğenmeyip bana çemkiren sevgili birkaç kişi siz daha iyi yerlere gidin. Ben Polonya' ya gitmek konusunda mutluyum. Saygılar.

Pazar, Aralık 04, 2011

Sıradan Bir Cumartesi

03.12.2011 / 23.00

Bugün sıradan bir Cumartesi günüydü. Tamam fazladan Kilitbahir' i gidip gezmiş olabiliriz. Ama sonuçta Kilitbahir Çanakkale'nin hemen dibinde / karşısında olduğundan beri, oraya gitmek o kadar da büyük bir sorun değil. Eğlenceliydi, bunu inkar edemem. Ama dün bağıra çağıra Kilitbahir' e gitmek istediğimi anons ettiğimde buna daha çok ilgi olmasını beklerdim. En azından Kaptan Köşküne girdiğimizde dört Ziraat Fakültesinin içinde tek sıradan Bilgisayar Mühendisliği olmak istememiştim. Neyse, günümüze dönelim.

Bugün ablamların 12'de Diferansiyel Denklemler sınavı vardı, ki bu sınav için kendi sınavıma çalıştığımdan daha çok soru çözdüm. Onların sınavı bittikten sonra direk iskeleye indiler bende daha sonra hazırlanıp evi terk etmek suretiyle iskeleye indim. Hatta bugün ilk defa Ç-11K Express' in nasıl saçma bir rota izlediğini öğrenmiş oldum. 15.15 gemisine bindik. En üstte, kaptanın yanına girebilir miyiz, giremez miyiz diye konuşurken en son cesaretini toplayan Emrah ve Lütfü sayesinde Kaptanın yanına girmiş olduk. Kaptan amcamız pek bir iyi amcaydı, bütün sorularımıza sabırla yanıt verdi. Gemiden indikten sonra biraz yürüyüp kale surlarına çıktık, oralarda az biraz dolandık. Müze kartı olmayan 2 kişi olduğundan kalenin içine girmemiş olsak da dış surlarda gezindik. Bol bol Cüneyt Arkın' ı andıktan sonra oradan inip en yakında ki tabya olan Namazgah Tabyasına doğru yürüdük.

Lütfü bir yerde duvarın üstüne çıktıktan sonra bir patikanın olduğunu söyledi, bakalım / bakmayalım ikilemini yaşarken en son bakmakta karar kıldık. Duvara çıkma aşaması çok komikti, aman düştü mü düşecek mi, laaan düşüyor muyum ben durun bırakın tamam düşmüyorum nidaları arasında gerçekleşti. Çanakkale neresinden baksanız müthiş manzaralara sahip bir yer. Bizim çıktığımız yerde şöyle bir şeydi.




Burada bir süre oturduktan sonra yolu takip edip ileride ki deniz fenerine kadar ilerledik.
 Denir feneri dediğime bakmayın, öyle ahım şahım bir şey değildi :P Oradan sonra cephaneliklerin yanından ilerlerken ben hemen asker amcanın yanına koştum. Fotoğrafın arka planı normalde ayrı bir fotoğraf olması gerekirken, tasarruflu arkadaşımız Emrah sayesinde ortaya böyle bir fotoğraf çıktı.


Akşam 18.15 gemisine tekrar bindiğimizde buraya geldiğimiz geminin aynısı olduğunu fark etmemiz birkaç saniyemizi aldı. Tekrar kaptanın yanına gitsek mi gitmesek mi diye düşünürken kendisi bizi davet edince, kendisini kıramadık. Yine bir sürü soru sorduk. Hatta o kadar çok soru sorduk ki, kaptan amcamız telsizden kendisine seslenildiğini duymadı. Merak etmeyin, gemi hala sağlam.

Akşam yemeğini Di Napoli pizzada yedikten sonra bu kadar süre Çanakkale' de olmamıza rağmen ilk defa ablamla saat kulesinin önünde poz verdik. :) Telefonlarla neden fotoğraf çekilmemesinin kanıtı aşağıdadır. Neyse ki saat kulesi görünüyor, evet önemli olan oydu zaten.


Yayında ve yapımda emeği geçenlere sevgiler saygılar.