Cumartesi, Aralık 24, 2011

Hobi Günlükleri (1)

Merhabalar herkese. Normalde ayda azami 4 yazı yazabilen ben bir gün içinde iki tane yazı yazıyorum, bu da demek oluyor ki finaller kapıya dayanıyor. Ders çalışmadan önce yapılabilecek tüm aktiviteleri dörder beşer defa yaptıktan sonra her sınava bir önceki geceden rahatça çalışabilirim demektir. Neyse konumuza dönelim biz.

Çocukluğumdan beri öyle herhangi bir konuda çok yetenekli bir çocuk değildim. Hiç yaptığım resimler çok güzel olmadı, org çalarken hiç insanları yaptıkları işleri bıraktırıp kendimi dinletecek yeteneğim yoktu, şarkı söylerken insanlar huşu içinde beni dinlemiyordu, yazdığım komposizyonlar belki iyiydi ama parmak ısırtacak kadar değil. Hayır hiç o kadar iyi olmadım. Derslerde de matematikte özel bir yeteneğim yoktu, tamam sekiz senelik ilköğretim hayatım boyunca çok parlak bir öğrenciydim ama herhangi bir derse özel yeteneğim olduğundan değil. Fen bilimlerinde ilgimi çeken tek şey deneylerdi, Türkçe dersini kolay ve dinlendirici olduğu için seviyordum, Tarih ve Coğrafya bilgilerimde iyiydi ama kusursuz ya da kusursuza yakın bir yeteneğim hiçbir şeyde olmadı.

Yeteneğim yoktu belki ama sanatla ilgili olan her şeyi yapabilme arzum hep vardı. Güzel yapmıyorum diye elimi pek uzatmam bu tarz işlere ama arada bir kendime bir şeyler alıp uğraşıyorum. Mesela liseyi bitirdiğim yaz sürekli yağlı boya tablo yapmak istiyordum. En sonunda gittim kendime küçük boy bir tuval aldım. Eski kırtasiye malzemelerimi karıştırıp fırçaları ve yağlı boyaları ortaya çıkarttım. Ama ufak bir sorun vardı. Çizim konusunda harika bir insan değilimdir ama en azından bir şeyler çizebilirim iyi ya da kötü. Oysa iş boyamaya gelince her şeyi mahvediyorum. Ciddi anlamda. Bu sefer kararlıydım boyayacaktım da ama sonra ne çizeceğime karar veremedim, çizdiklerimi beğenmedim falan derken o tuval boş boş durdu uzun bir süre. Sonra bulduğum bir kağıttan bir deniz kızı kopyası çıkardım ve çizdim. Fena olmamıştı açıkçası. Onu çizdim ama sonra boyamaya korktuğum için çok uzun bir süre bir köşede durdu boş boş.

Bugün normalde Java çalışmayı planlıyordum ama bir baktım tuval kenarda duruyor boyaların olduğu komodin çekmecesi açık kalmış bana masum masum bakıyor. "Hadi Tuğçe yaparsın sen." diyerek kendi kendimi cesaretlendirerek aldım malzemeleri önüme, oturdum yere başladım boyamaya. En başta dedim "Aha battı bütün tuval. Kızım boyama yeteneklerin sıfırın altında işte ne diye batırdın şimdi şunu.". Sonra bir baktım hoşuma gitmeye başladı. Hatta bu mutluluğumu belirtecek bir tweet bile attım.

Aylar yıllardır boyanmayı bekleyen tablomu aldım önüme, şimdilik fena durmuyor.


Sen misin bunu diyen... Evren baktı ki bu kız "Aslında bende yapabilirmişim bunu." diye düşünmeye başladı hemen yamultayım şunu da görsün gününü dedi herhalde. Boyarken en en en yapamadığım yerler insan yüzleridir. O ağız, burun, kaş ve göz öldürseniz Cin Ali' den öteye geçmez bende. Nitekim yine öyle oldu, ne yapsam ne etsem deniz kızının yüzünü bir türlü boyayamadım. Sonuçta isimsiz ve yüzsüz bir deniz kızım olmuş oldu. (Şu biçimsiz resim için upuzun yazı yazmış ya çatlağa bak diyenlere en içten sevgilerimi yolluyorum.)


Hemencecik odamın duvarında yerini aldı eserim. Daha güzelini yapana kadar orada duracak. :)


Evde yağlı boya üzerinde etki edecek bir malzeme olmadığından çizimde kullandığım malzemeler aynen böyle duruyor. Biraz peçeteyle fazla boyalarını sildim ama nafile. Tablo boyama uğruna telefonum, kazağım ve eşofmanım yağlı boyadan nasiplerini aldılar. Hepsini geçtimde kazağıma azıcıkta olsa bulaşan mavi canımı sıktı ne yapıp edip onu oradan çıkarmak lazım.


Biliyorum orada bir yerde benim gibi yeteneksiz ama istekli insanlar var. Canım herkes bir Picasso ne bileyim bir Botticelli ya da bir Da Vinci değil. Alın sizde boyayın. Eğlenceli oluyor en azından. Şahsen ben bundan sonra bu işi daha sık yapmaya karar verdim. Belki gizli kalmış yeteneklerim ortaya çıkmaya karar verir. :)

Çizim yeteneğim kötü demiştim bir kaç örnek göstereyim de ne demek istediğim iyi anlaşılsın. :P



Tablonunda sadece çizim halinin fotoğrafını çekmiştim ama nerede olduğu konusunda hiçbir fikrim olmadığından ekleyemiyorum. :(

Cuma, Aralık 23, 2011

Tatlı Rüyalar

Şu anda çok uykum var ama düşünebildiğim kısıtlı şeylerden birisi, bir şeyler karalamak diğeri de aşırı derecede kola içme isteği.-Bu uğurda ablamı şu soğukta bakkala gönderdim siz düşünün artık ne kadar istediğimi-

Az önce annemle konuşuyordum ve telefonu kapatmadan önce her uykudan önde dediğim gibi "Tatlı rüyalar..." dedim anneme. Sonra aniden aklıma neden bunu bir gelenek haline dönüştürdüğüm geldi. Henüz ilkokulun başlarıydı ya birinci sınıftaydım ya da iki. Nasıl bir bilinçaltıyla yattıysam çok korkunç bir kabus görmüştüm. Daha doğrusu çocukken bana çok korkunç gelmişti. -Rüya iskambil kağıtlarındaki adamların orijinal hallerinin beni öldürmeye çalışmasıyla ilgiliydi. (bkz.bilinçaltının sapıtması) (Ayrıca bkz. şu programlama dersleri sayesinde parentezleri önce () şeklinde yazıp içini sonradan doldurduğumu fark ettim şu an :P)

Neyse rüya diyorduk. Ben bu kabusun etkisinden baya bir süre kurtulamadım o zamanlar. Yattığım zaman perdeye doğru baktığımda arkasından Kral' ın bana baktığını görür gibi oluyordum. -Şizofrenim çocukluğumdan kendini belli ediyormuş doğrusu- Bir süre yatmadan önce annemin yanımda kalmasını istedim ama bu iyi bir çözüm değildi tabii ki de. Tamam annem olunca hayaller görünmüyordu, annemden korktuklarını düşünürdüm, ama annemin ben uykuya dalana kadar beklemesi de çok kullanışlı değildi. Yarım saatte uykuya dalıyordum o zamanlar... Sonradan çocuk aklımla düşündüm, eğer annem ve babam bana "Tatlı rüyalar" derse kötü rüya görmemin mümkünatı yoktu. Öyle ya Kral bile annemden korkuyordu eğer onlar iyi dileklerde bulunurlarsa kötü rüyalar bana görünmezdi. Ya çok çıkarcı bir çocuktum ya da kötü rüyalara o kadar çok kafayı takmıştım ki her gece yatmadan önce en cici gülümsememle "Tatlı rüyalar" derdim annemle babama. Onlarda bana "Tatlı rüyalar." derdi ve gerçekten onlar dedikleri zaman hiç kabus görmezdim.

Kaç yıl geçti aradan hala "Tatlı rüyalar." denmesinin etkili olduğuna inanıyorum. Bu yazıyı uyumadan önce okuduysan eğer sana da "Tatlı rüyalar." :)

Not: Sonunda kolamı içtim ve yazımı da karaladım. Rahatça uyuyabilirim. :)

Salı, Aralık 20, 2011

Bir Noter Macerası

Abarttığıma bakmayın ortada macera falan yok. Maksat başlık afili dursun. Neyse afili başlığım ve ben "Öğrenci evindeki dağınık oda"da oturmayla yatma arasında bir halde bakışıyoruz. O bana göz kırpıyor "hadi dök içindekileri" diye, ben ona bakıyorum "canım çok sıkılıyor panpişim" diye. Sonuç olarak madem bu yeni kaydı açtık yazayım bari diye düşünüyorum. [Bunları yazarken aslında yazma eylemini gerçekleştiriyor olmam da pek bir ironik geliyor, öyle içimde kendi kendime bir tartışma yaratıyorum işte.] 

Neyse konuya dönersek, bu sene, sonunda devlet amca / baba / dayı her neyse bana burs vermeyi kabul etti, tabii önce benim notere 46 TL vermem şartıyla. Tamam buradaki çelişkiyi sorgulamak istemiyorum. Zaten noterde sıra falan da beklemediğimden kendimi şanslı saymalı ve susup oturmalıyım. 

Bugün sabah normal koşullarda sol tarafımdan kalkmamın imkansız olmasını geçersek oldukça sinirli ve uykulu olarak alarmı kapattım. Otobüse bindiğimde havasızlıktan dolayı sinirim daha da arttı. Sonra kampüs girişinde otobüste yapılan standart kimlik kontrolünde kızın tekinin bavulu andıran çantasından iki saat kimliğini çıkaramamasıyla birlikte sinirlerim iyice zıpladı. Okula girerken de dört ders Java ve iki ders Ayrık Matematiği düşündüğüme göre yüz ifademi ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Java dersinden sonra Ayrık Matematiğe katlanamayacağımı düşünerek eve gitmek üzere yola koyuldum. 

4.Noter bizim evin bir durak ötesinde olduğundan bari şu işi halledeyim de sonraya kalmasın düşüncesiyle 1 durak önce inip notere gittim. Şansıma bomboştu ama işlemde yapmıyorlardı. Kimliğimi ve 50 TLmi bırakıp [noterde bozuk para ve 5 TL kıtlığı olduğundan para üstünü dönüşte almak kaydıyla oradan ayrıldım] 1,5 saat sonra dönmek üzere eve doğru yola koyuldum. Bu sırada hafif bir yağmurda vardı dışarda. Şimdi düşündüm de "ya doluya yakalansaydım". Bir durak falan ama eve gidene kadar halim nice olurdu düşünmek bile istemiyorum. 

Eve geldim internet, çokonat, internet, çokonat, uyku şeklinde bir 1,5 saat geçirdim. Hatta alarmın çalmasından 2 -yazıyla iki- dakika önce arayan babamı takdir ve tebrik ediyorum. Telefonun sesini ilk duyduğumda hayır bu alarm olamaz diye tam mızıldanıyordum ki zaten melodinin her sabah uyandığım melodiye benzemediğini fark ettim. Benim bu fark ediş süremde Amy'ciğim "Well sometimes.." demeye başlamıştı. Babacığımda tam noter işini sormak için aramış. Telefon görüşmemi yaptıktan sonra hemen uyurken kenara koymaya zahmet etmediğim ve bu sebeple yatağımın üstünde duran çantam, montum ve emektar mp3 ümle birlikte yollara koyuldum. 

Yağmur hafiften atıyordu gene. Notere gittim ne göreyim! Yine boş. İçimden kötü kadın kahkahaları atarak bankoya ilerledim. Görevli imzalamam gereken kağıtları getirdi, işte isim okudum imza falan filan. Ben kağıdı okuyorum bir baktım eleman tepemde dikiliyor ve hala tekrarlıyor "Şuraya atıyorsunuz imzayı." diye. "Önce okumak istiyorum" dedim. Ne dese beğenirsiniz? "Hanımefendi siz imzayı atın zaten bir nüshası sizde kalacak o zaman okursunuz." Yüzüne ciddi olup olmadığını anlamak için baktım, bir de ne göreyim! Böyle ciddi ciddi bakıyor yüzüme. Ben içimden "işte böyle insanlar..." ile başlayan cümleler kurarken "İmzayı attıktan sonra okusam ne olur okumasam ne olur." diyerek konuyu kapattım. Hızlıca burs ile ilgili olan bölüme göz atarak fiyakalı imzamı atıverdim hemen. Eve doğru yürürken yağmurun hızlandığını fark ettim ama sonuçta destinatiton home olduğu için o cool yürüyüşümü bozmadım. 

Noter maceram burada bitti ama yazıyı bitirsem mi bitirmesem mi çok kararsızım. Zaten akseptans mektubum hala gelemedi. Madem geç yollayacaktınız benim "Taranmış kopyasını yollayın bari." fikrimi niye kabul etmediniz be vicdansızlar diyesim var, hatta dedim gitti. Anca "The Letters of Acceptance will be sent soon." de sen zaten. Nasıl bir 'soon' bu anlamadım. Sanırım ablamın 'birazdan' anlayışı gibi olacak bu 'soon'. Zira Kasım' dan sonra başlanacak gönderilmeye dediler Aralık bitiyor a dostlar. Bak yazdıkça sinirlerim bozuldu. Kendime normal bir yemek yapsam iyi olacak. Annemden tarif alma zamanı...

Pazartesi, Aralık 12, 2011

Erasmus Günlükleri (2) - Gergin Bekleyiş

Belki hatırlayanlar olur geçtiğimiz günlerde Erasmus yol haritamı yazmıştım, şurada. O yazıdan beri ilerleme kaydedebildim mi? Hayır. Zira şu lanet olası Letter of Acceptance hala elime gelmiş durumda değil. Ben acaba bu normal bir durum mu, yoksa LUT durup dururken beni kabul etmemeye mi karar verdi düşünceleri içerisindeyken en iyisi bir bilene sormak diyerek Feysbuktaki Erasmus Lublin grubunda endişelerimi dile getirdim. Aldığım yanıtlar pek iç açıcı değildi, zira en erken 1 ayda geleceğini söylediler. Bunun bana yarattığı sorunsa şu anda vizeye başvuramıyor olmak ve daha da önemlisi hala gideceğime kendimi inandıramadığım için uçak biletini almamış olmam.

Geçtiğimiz yazı da bulduğumu söyledim 78€ luk biletin yerinde yeller esiyor tabii ki, ve şu sıralar en ucuz bilet batmak üzere olduğu söylenen Air Baltic firmasının 62€ + 20€ (bagaj) olan bileti. Bileti gidiş dönüş alsam 600 TL'ye LOT' tan bulabiliyorum ama gidiş - dönüş almak istemiyorum. Belki geze geze dönmek istiyorum neden şimdi dönüş bileti alarak kendimi kısıtlayayım, haksız mıyım :P Ayrıca zaman geçtikçe bilet fiyatları an be an yükseliyor.

Erasmus Lublin grubunda birisi Celina' ya mail atıp Letter of Acceptance' ın taranmış bir kopyasını bana göndermesini istediğimi söylersem bu şekilde de vizeye vs. başvurabileceğimi söylemişti. 2 gün önce bende bu isteğimi belirten bir mail atmıştım. Sabah yanıtı geldi. Yakında gönderilecekmiş mektuplar. Cicim anlıyorum göndereceksiniz de, o zamana kadar ben sinir krizine girmezsem iyidir. Lütfen bir sorun çıkmasın şu işte çünkü cidden gergin bir bekleyiş benimkisi.

 Ha, bu arada Polonya' yı beğenmeyip bana çemkiren sevgili birkaç kişi siz daha iyi yerlere gidin. Ben Polonya' ya gitmek konusunda mutluyum. Saygılar.

Pazar, Aralık 04, 2011

Sıradan Bir Cumartesi

03.12.2011 / 23.00

Bugün sıradan bir Cumartesi günüydü. Tamam fazladan Kilitbahir' i gidip gezmiş olabiliriz. Ama sonuçta Kilitbahir Çanakkale'nin hemen dibinde / karşısında olduğundan beri, oraya gitmek o kadar da büyük bir sorun değil. Eğlenceliydi, bunu inkar edemem. Ama dün bağıra çağıra Kilitbahir' e gitmek istediğimi anons ettiğimde buna daha çok ilgi olmasını beklerdim. En azından Kaptan Köşküne girdiğimizde dört Ziraat Fakültesinin içinde tek sıradan Bilgisayar Mühendisliği olmak istememiştim. Neyse, günümüze dönelim.

Bugün ablamların 12'de Diferansiyel Denklemler sınavı vardı, ki bu sınav için kendi sınavıma çalıştığımdan daha çok soru çözdüm. Onların sınavı bittikten sonra direk iskeleye indiler bende daha sonra hazırlanıp evi terk etmek suretiyle iskeleye indim. Hatta bugün ilk defa Ç-11K Express' in nasıl saçma bir rota izlediğini öğrenmiş oldum. 15.15 gemisine bindik. En üstte, kaptanın yanına girebilir miyiz, giremez miyiz diye konuşurken en son cesaretini toplayan Emrah ve Lütfü sayesinde Kaptanın yanına girmiş olduk. Kaptan amcamız pek bir iyi amcaydı, bütün sorularımıza sabırla yanıt verdi. Gemiden indikten sonra biraz yürüyüp kale surlarına çıktık, oralarda az biraz dolandık. Müze kartı olmayan 2 kişi olduğundan kalenin içine girmemiş olsak da dış surlarda gezindik. Bol bol Cüneyt Arkın' ı andıktan sonra oradan inip en yakında ki tabya olan Namazgah Tabyasına doğru yürüdük.

Lütfü bir yerde duvarın üstüne çıktıktan sonra bir patikanın olduğunu söyledi, bakalım / bakmayalım ikilemini yaşarken en son bakmakta karar kıldık. Duvara çıkma aşaması çok komikti, aman düştü mü düşecek mi, laaan düşüyor muyum ben durun bırakın tamam düşmüyorum nidaları arasında gerçekleşti. Çanakkale neresinden baksanız müthiş manzaralara sahip bir yer. Bizim çıktığımız yerde şöyle bir şeydi.




Burada bir süre oturduktan sonra yolu takip edip ileride ki deniz fenerine kadar ilerledik.
 Denir feneri dediğime bakmayın, öyle ahım şahım bir şey değildi :P Oradan sonra cephaneliklerin yanından ilerlerken ben hemen asker amcanın yanına koştum. Fotoğrafın arka planı normalde ayrı bir fotoğraf olması gerekirken, tasarruflu arkadaşımız Emrah sayesinde ortaya böyle bir fotoğraf çıktı.


Akşam 18.15 gemisine tekrar bindiğimizde buraya geldiğimiz geminin aynısı olduğunu fark etmemiz birkaç saniyemizi aldı. Tekrar kaptanın yanına gitsek mi gitmesek mi diye düşünürken kendisi bizi davet edince, kendisini kıramadık. Yine bir sürü soru sorduk. Hatta o kadar çok soru sorduk ki, kaptan amcamız telsizden kendisine seslenildiğini duymadı. Merak etmeyin, gemi hala sağlam.

Akşam yemeğini Di Napoli pizzada yedikten sonra bu kadar süre Çanakkale' de olmamıza rağmen ilk defa ablamla saat kulesinin önünde poz verdik. :) Telefonlarla neden fotoğraf çekilmemesinin kanıtı aşağıdadır. Neyse ki saat kulesi görünüyor, evet önemli olan oydu zaten.


Yayında ve yapımda emeği geçenlere sevgiler saygılar.

Cumartesi, Kasım 26, 2011

Vizeler, Uyku ve Diğerleri

Yaşarken çok uzun gibi gelen ama şimdi çok kısa olduğunu fark ettiğim vize haftasını geride bırakmış bulunuyorum. Hatta sınav sonuçları yavaş yavaş açıklanmaya başladı bile. Bu sene de standart öğrenci modelinden çıkmayıp sınavlara bir gün önceden çalışmaya başlamam sonucunda sınavlarda çok parlak başarılar elde edemedim. Ne yapalım, kaderde yokmuş. Şimdi açıklanan sınav sonuçlarımı buradan ifşa etmek istemiyorum ama iki dersimize giren X hocamızın derslerinin ikisinden de kalacağım sanki. Bari şartlı olsa diyerek yakınan öğrenci psikolojisine girdim çok fena.

Bu vize haftasının talihsizliği aslında çok yamuk bir zamana denk gelmesiydi. Zira hayatımda uyumadığım kadar çok uyuyorum şu son 2 haftadır. Tabii bu vizelerin başlamasının bende yarattığı ters psikolojik etki de olabilir. Bir günün yarısından fazlasını uyuyarak geçiriyorsanız ve geri kalan uyumadığınız azıcık dönemde de gözleriniz kapanmak istiyorsa burada bir terslik var demektir. Benim durumumda bu ülkemizin çoğunun etkisi altında olduğu kansızlık diye bilinen demir eksikliğinin gelişmiş versiyonu. Doktorumun anlattığına göre şu an vücut ve beyin fonksiyonlarım yarı yarıya tasarruflu çalışıyorlar. (Aslında ben süper dahiyim ama henüz kimse bunun farkında değil.) Şaka bir yana demir eksikliği ve kansızlık ülkemizde çok yaygın bir durum ve günlük hayatı çok ileri derece de etkiliyor. Çok çabuk yoruluyorum, çok unutuyorum, sürekli yorgunum gibi şikayetleriniz varsa gidip kan değerlerinize baktırmanızı öneririm. Aslında size hasta değilmişsiniz gibi geliyor olsa da hayat kalitenizi inanılmaz düşürüyor.

Geçenlerde kütüphaneden 4 tane kitap almıştım.

-Tess Gerritsen - Kan Gölü
-Oğuz Atay - Tutunamayanlar
-Maxime Chattam - Karanlığın Soluğu
-Yalnızca Eğlenmek İçin - Linus Torvalds & David Diamond

Tess Gerritsen' in Kan Gölü' nü aldığım gün, canım sıkıldığım için girdiğim Deprem Bilinci dersinde ve girmek zorunda olduğum Gökyüzü dersinde yarılamıştım zaten, eve gelince bitirdim ve ertesi gün iade ettim. Bana biraz zorlama bir kitap olmuş gibi geldi, yazarın aklına bir hikaye yazmak için fikir gelmişte sonradan geliştirip roman yapmış ama ayrıntıları ayarlayamamış gibiydi. İlla okuyacağım diyorsanız eğlencelik 3-4 saatte okunulacak bir kitap ama onun dışında okuyabileceğiniz daha iyi alternatifiniz varsa ona yönelin derim ben.

Oğuz Atay' ın kitaplarında bende hep bir talihsizlik oluyor ya bulamıyorum ya da bulunca aldığımda bir türlü kitabı okuyacak fırsatı bulamıyorum falan. Okuyamadan iade etmek zorunda kaldığım Tehlikeli Oyunlar' dan sonra geçtiğimiz zamanlarda sosyal ağlarda fırtına gibi esen Olric' i artık okumanın zamanı geldiğini düşünüyorum. Olacak o ya, ben daha kitaba bile başlamadım ama sevgili kütüphane sistemi kitabın süresini uzatmama izin vermiyor. Neden? Başkası ayırtmış çünkü. Zaten okulun şu ayırtma sistemine de hastayım. Daha hiç uzatma yapmadığım kitap için "Eser uzatmaya müsait değil" diyorsun ki sen. Belki ben yavaş okuyorum, belki bana 15 gün yetmiyor. 5 gün sonra kitabı iade etmek zorundayım, canım sıkılırsa iade etmem. Parasıyla değil mi arkadaşım :P

Maxime Chattam, ne desem ki... Bu yazarın sadece bir kitabını (Kötü Ruh - 2002) okudum, Melis' le birlikte okumuştuk hatta ve Tess Gerritsen' in Cerrah (2001) kitabıyla ne kadar çok ortak yönleri olduğunu fark etmiştik. Tabii biz önce Kötü Ruh' u okuduğumuzdan Tess ablamızı suçlamıştık ama sanırım suçluyu farklı yerlerde aramak gerekiyormuş. Karanlığın Soluğu' na henüz başladım, ya yazımdan ya da çeviriden olsa gerek cümleler kafa karıştırıcı olmuş biraz. Bir türlü nokta koyulamayan cümleler can sıkıcı olsa da konusu hoşuma gitti. Bitince ayrıca ele alabilirim kitabı.

Yalnızca Eğlenmek İçin kitabını gördüğümde almak için ikinci defa düşünmedim nedense. Kitap Linux' un yaratıcısı Linus Torvalds' ın hayatını anlatıyor ve yazarlardan biri de kitabın konusu olunca tadından yenmez diye düşündüm. Şimdiye kadar 80 sayfasını okudum ve oldukça hoştu.

Bu aralar dizi / film izleyemez oldum a dostlar. Açıp yarısına gelmeden kapatıyorum. Sebep beğenmiyor olmam değil buna eminim ama "Sebep ne? "derseniz buna verecek bir yanıtım da yok. Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğim diyeceğim, bazılarınız bana kızacak. O sebeple demiyorum kabul edin. Zaten sol kolumla da yamuk bir hareket mi yaptım nedir, ağrıyor şu an. En iyisi uyuyayım ben saatte 00.00 olmuş. Yazının hepsini okuyacak sabra sahipseniz sizi tebrik ediyorum. Okumayanlar gözüme gözükmesin.

Cuma, Kasım 11, 2011

Erasmus Günlükleri (1) - Başlangıç

Sınavlara çalışmamaya kararlı bir şekilde bilgisayarın karşısındayım ve uzun zamandır aklımda olan Eramusla ilgili yol haritamı bir yazayım dedim. Birçoğunuzun bildiği ya da bilmediği üzere 2011 / 2012 okul yılının Bahar döneminde Erasmus programıyla Polonya' ya gitme hakkı kazandım. Okul Lublin şehrinde orijinal ismi Politechnika Lubelska olan Lublin University of Technology. Bir dönem değişik bir okulda okumak, yeni insanlarla tanışmak ve yabancı bir kültürü yakından inceleme fırsatı gibi olanaklar aklımı çeldi bu maceraya atılmak için. Umarım hiçbir pürüz çıkmaz ve 20 Şubat' ta oradaki okul dönemime başlayabilirim. Tabi Erasmus güzel bir program, iyi, hoş ama yapılması gereken prosedürler gerçekten insanın içini yiyip bitirebiliyor.

Öncelikle karşı kurumun başvuru koşullarını öğrenmek, bitiş tarihine kadar işlemleri gerçekleştirmek ve benim gibi daha önceden pasaportu olmayan bir insansanız pasaport çıkarttırma vs. gibi bir sürü işlerin peşinde koşmak zorunda kalıyorsunuz. Bunlar tatlı heyecanlar diyenleri duyar gibiyim, duymamış olayım. Gerçekten çok gergin bir dönem.

Erasmus için ilk yapmam gereken şey pasaport çıkartmaktı çünkü LUT online başvuru formunda zorunlu olarak pasaportun numarasını istiyordu. Erasmus öğrencisi olduğumdan 1 yıl pasaport harcından muaf olabiliyordum ama onunda ayrı bir işi vardı derken pasaport çıkartma işi baya uzun sürdü. Önce okulun Erasmus sitesinden indirdiğim pasaport harcı muafiyet formunu doldurdum, fakülte sekreterine imzalattım sonra Rektörlük'ten imzalanması gerekiyordu ve 1 gün sonra imzalı halini alabildim ancak. İşler bununla da bitmiyordu tabi önce Çanakkale Defterdarlığını bulup kağıdı oradan da onaylattırmalıydım, neyse ki bulmak zor olmadı. Stadyumun karşısında diye aldığım tarif birebir doğru çıktı, orayı aramakla pek uğraşmadım. Tabi sonrasında 5 kat merdivenlerden çıkıp gerekli imza işini yaptıktan sonra (yarım saat sürdü orası bomboş olmasına rağmen) koşarak Emniyet Müdürlüğüne gittim. Pasaport için biometrik dedikleri bir fotoğraftan istiyorlardı hemen orada bulduğum ilk fotoğrafçıya girdim. O kadar iğrenç ki resim buna mı para verdim şimdi diye düşünmedim değil. Tabi mesai saatine 1 saat var diye seviniyordum ben oysa ki bir öğrendim GBT mi ne bozukmuş işlem yapamıyorlarmış. Ayrıca pasaport için yatırılması gereken 54 TLyi bankaya yatırmalıymışım falan fıstık.

Neyse dedim bari onu da yatırayım da yarın direk belgeleri teslim ederim başka bir şeyle uğraşmam. Hemencecik Ziraat Bankasına gittim aksilik bu ya, sıra verme makineleri bozulmuş işlem yapılmıyormuş istersem üst kattan yatırabilirmişim. Üst kata çıktım pek sıra yoktu orada allahtan, bulduğum ilk boş yere yanaştım. Pasaport için cüzdan bedelini yatırırken aklıma hibenin yatırılması için Ziraat Bankası euro hesabı açtırmam gerektiği geldi, gelmişken onu da bir sorayım dedim. Zaten hali hazırda bir hesabım vardı onu çevirsek olma mı dedim, olmazmış. Ama hesap açarken işimizi kolaylaştırır, hesabı açalım mı şimdi dedi orada ki sevimli memur. Oluyorsa neden olmasın dedim, pasaport için yatırılan paranın dekontundan önce elime hesap cüzdanını tutuşturuverdi. Oradan ağzım kulaklarımda ayrıldım, her şey tastamam hazırdı. Ertesi gün sabah 10 civarı Emniyet Müdürlüğüne gittik Çağrı'yla beraber. Parmak izimin alınması gerekiyordu. Parmak izini alan amca pek şeker bir polisti, zaten parmak izi alınan odanın girişinde yazan yazı ayrı bir komediydi. Hatırladığım kadarıyla aktarıyorum. "Lütfen parmak izi alma işleminden önce elinizi koridorun sağındaki lavaboda sabunla yıkayıp iyice kurulayınız. Elim temiz demeyiniz, makina çok hassastır." Evet baya komediydi orası. Bütün parmaklarımın izleri alınıp belge onaylandıktan sonra tek sorun ikametgahımın hala Lüleburgaz' da olmasıydı. Pasaportumun babama gönderilmesini sağlayıp pasaport işini böylece halletmiş oldum.

1 hafta içinde pasaportum babama ulaştı, ondan numarasını alarak hemen online başvuru işlemimi yaptım. Burada karşıma bir sorun daha çıktı. Erasmus' a giden öğrencilerin karşı kurumda alacakları dersleri gösteren Learning  Agreement diye bir belge var ve bu belge doldurulup, 3 nüshasının çıkarılıp öğrenci, bölüm koordinatörü, Erasmus Birimi, karşı kurumun Erasmus Birimi ve karşı kurumun yetkili kişisince imzalanması gerekiyor. Ne kadar hoş bir prosedür değil mi? Bu 3 nüshadan biri okula diğeri karşı kuruma kalan son nüshada zavallı öğrenciye kalıyor. Neyse karşıma çıkan sorunu anlatıyordum ben. Normalde bu LA belgesi ayrıca dolduruluyor ama bu online başvuruda ikinci adıma geçtiğimde orada alabileceğim dersler çıktı ve LA böylece online başvuru ile birlikte çıkmış oldu. Sorun karşı kurumun bu belgenin bir nüshasını imzalı olarak istemesi ama bizim Erasmus Birimimizin illa karşıdan onaylı belgeyi almak için diretmesiydi. Diğer bir sorunsa o başvuru belgesinde buradaki Erasmus Birimince onaylanacak bir alan olmamasıydı. Erasmus birimi mühür vurup paraf atalım deyince bir şey diyemedim tabi, ne diyebilirdim ki. Neyse bölümde Bora hoca Erasmus Koordinatörü olarak görünüyordu benim, Bora hocanın ve Erasmus biriminin imzalayıp onayladığı 3 nüshayı büyük bir zarfa 3 fotoğraf, pasaportun ilk sayfasının fotokopisi ve sigortanın ingilizce fotokopisiyle birlikte koydum ve geçtiğimiz günlerde PTT ile yolladım. Ayrıca taranmış bir kopyasını da karşı kurumun koordinatörüne mail attım. Umarım en kısa sürede imzalı 2 nüsha tekrar buraya gelir.

Ha bir de bu işin sigorta ayağı var. Şimdi bizim burada devlet sigortalarımız anladığım kadarıyla yurt dışında hiçbir halta yaramadığından özel seyahat ve sağlık sigortası yaptırmamız gerekiyor. Ayşın ablam sigorta işini halletti çok şükür, kendisine şükranlarımı iletiyorum buradan. Onda da aklımı karıştıran ufak bir sorun oldu, ben sigortayı tüm Schengen ülkelerini kapsayacak şekilde yaptırdım ama sonradan Polonya konsolosluğunun henüz Schengen vizesi veremediğini öğrendim (Umarım doğru öğrenmişimdir). Bu durumda sigortamın Schengen olması vize alırken sıkıntı yaratır mı diye düşünüyordum. Ama Polonya zaten Schengen ülkelerinden olduğu için sorun olmayacağına kanaat getirdim. Sorun çıkarsa o vize veren görevlileri vururum, demedi demeyin. Ha bu arada blogu takip eden Erasmuscu arkadaşlar varsa ben 6 aylık sigortayı 26€ ya yaptırdım, HDI Sigortadan. Kuş kadar hibe veriyorlar birde bilmemkaç eurosunu sigortaya yatırmasak güzel olur.

Bunları yaptım, geriye neler kalıyor diye merak edenler varsa. Öncelikle o başvuru belgesi kılıklı Learning Agreementlar imzalı bir şekilde ve yanlarına Acceptance Letter ı alıp dönmeli. Bu şekilde ben bir LA ı Erasmus Birimine bırakabilir ve Acceptance ım ile vizeye başvurabilirim. Bir de uçak bileti almam gerekiyor, o konuda da çok düşünceliyim. LOT' ta gidiş 78€ bilet buldum ama babam LOT' a güvenmiyormuş ve benimde duyduğuma göre LOT' ta valizlerin kaybolması ve geç gelmesi çok normal karşılanan bir olaymış. Şimdi yabancı memleketlere gidipte valizsiz kalmakta var. Ama Türk Hava Yolları da çok pahalı yahu. Sadece gidiş 680 TL olur mu lan?! Neyse neyse bu durumu halledeceğim diye düşünüyorum, yani umuyorum. Bana şans dileyin!

Unutmuşum hemen ekliyorum. Eğer sorun çıkmazsa tam 100 gün sonra Polonya' dayım!

Kitaplar - 2

Merhabalar,

Vizelerin yaklaştığı şu günlerde ders çalışmamak için yapılan aktiviteler normal zamanlarda yapılmıyordur, emin olun. Sırf ders çalışmayayım diye sezon sezon dizi izlemek mi dersiniz, günde 2-3 film devirmek mi yoksa uzun süredir elimde olan bir kitabı alıp saatler içinde bitirmek mi... Hatta can sıkıntısından ona buna laf atıp sohbet etmek de şu sıralar en sık yaptığım eylemlerden. Vize döneminin bana en büyük artısı , muhtemelen, dönem içinde normal zamana oranla bir kültürel patlama yaşıyor olmam. Neyse çok fazla bir şey anlatmayacağım zira son günlerde neler yaptığımı pek hatırlamıyorum.

Kitap 1 - Bir Bilim Adamının Romanı / Oğuz ATAY

Bu kitabı Necdet hocamızın önerisi üzerine okudum, aslında bu yazıya dahil olmaması gerekiyordu çünkü okuyalı en az 2 - 3 hafta oldu. Ama okurken çok hoşuma giden ve not aldığım kısımlardan bazılarını paylaşmak istiyorum. Kitap bir biyografi, Prof. Dr. Mustafa İnan' ın hayatını anlatıyor Oğuz Atay. Kendisi de Mustafa İnan' ın eski bir öğrencisi zaten.

Kitap bazı sorularıma yanıt niteliğindeydi. Bazen derslerdeyken 'bu ne işime yarayacak?' diye sorardım hep.

"İnsan sonra 'bu ne işime yarayacak?' diye düşünmekten, uğraştığı konuya aklını veremez olur. Bana kalırsa kimse, mesela matematikle neden uğraştığını hiçbir zaman tam olarak bilemez. Önemli olan, geri dönmeyi göze alamayacağımız kadar yol gitmiş olmaktır bu konuda."


Okunması gereken kitaplardan Bir Bilim Adamının Romanı. Hemen şunu da alıntılamak istiyorum.


Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar? Oppenheimer gibi hissediyorsanız, bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın. Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi 'Kuvvet nedir?' diye merak ediyorsanız buyrun sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim. Çünkü bazılarına göre 'Kuvvet' para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın olur mu çocuklar? Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar?
—Prof. Dr. Mustafa İnan,
Kitap 2 - Taş Meclisi / Jean Christophe Grangé

Grangé benim favori yazarlarımdan. Ama eski tadı alamadım bu sefer. Belki bu komplo teorilerini artık kanıksamaya başladığımdan belki de yazarın her kitabında aynı kurguyu izlediğinden olsa gerek. Kitaplar hep aynı şekilde başlıyor, devam ediyor ve bitiyor. Hatta bu sefer kadının çocuğu evlatlık almak için o kadar uzaklara gitmesi, kitabın sonu vs. hoşuma gitmedi. Sonunda şaşırmadım mı? Şaşırdım, ona bir şey diyemem. Ama sırf şaşırtmış olmak için bu kadar uzun bir şey yazmaya gerek yoktur herhalde. Yine de Grangé koleksiyonumu tamamlamaya kararlıyım. Sanırım okunmadık bir tek Koloni kaldı. Onu da en kısa zamanda okumayı planlıyorum. Eğer yapacak daha iyi bir iş bulamazsanız okunabilir bir kitap, yoksa okuyarak zaman kaybetmeyin derim.

Şu an Diferansiyel Denklemler çalışıyor olmam gerekirken burada oturup bir şeyler yazmaya çalışıyor olmam çok acıklı. 15 Kasımdaki Ayrık Matematik vizesi için hiçbir şeye bakmadığım gerçeğini ayrıca göz ardı ediyorum şu an.

Cuma, Ekim 28, 2011

CeBIT Fuarındaydık

Yazı yazamıyorum bu aralar, nedendir bilinmez yazamıyorum işte. Bu yüzden yazıyı beğenmezseniz falan yüzüme vurmayın bunu olur mu, ben biliyorum pek iyi olmadığını/olmayacağını. Neyse hemen konumuza dönelim.

İstanbul   6-9 Ekim tarihlerinde çok büyük bir etkinlik olan CeBIT Fuarına ev sahipliği yaptı çoğunuzun bildiği üzere. Fuar bilişim fuarı olunca bunu kaçırmak imkansızdı tabi. Ama okulun Bilişim Topluluğunun henüz bir başkanı olmaması ( bir başkanı olsa negzel olurdu ) sebebiyle bir organizasyon olmayacağını düşünüyorduk ta ki EMO devreye girene kadar. Of, abi isim kötü ya. Cidden kötü. EMO nun açılımı Elektrik Mühendisleri Odası ve biz Bilgisayar Mühendisleri olarakta bu odaya bağlıyız.

Konuyu dağıtmayalım, EMO Genç ücretsiz olarak CeBIT Fuarına gidileceğini söyledi üyelerine ve bize de formlar dağıtıldı. Sırf onun için gidip vesikalık bile çektirdim. (Gerçi her halükarda lazımdı bana o resimler.) Sonuçta formları teslim ettik, yol detayları ve evden izinleri aldık. Cumartesi gece 1 feribotuyla yola çıkmaya hazırdık işte. Geziye bizim sınıftan nispeten küçük bir katılım vardı, hatta ben ve Sevim dışında sınıfın kızlarından katılım gösteren olmadı. Her şeye rağmen güzel bir geziydi. Tam biz yola çıkacakken yağmurun başlaması, tüm gece ve ertesi gün boyunca devam etmesini saymıyorum.

Gezide neler oldu sorusuna gelirsek. Stant düzenlemeleri oldukça güzeldi. Bazı stant görevlileri insanı çileden çıkartacak kadar soğuk ve ruhsuzdu, son gün bitse de gitsek havası estirdiler. Pardus stantı en eğlenceli olanlardan biriydi. ÇOMÜ' den geliyoruz dediğimde bir görevli "Ha siz biliyorsunuz o zaman." bile dedi. Oysa bir başkasına ısrarla "Bilgisayar mühendisliği öğrenciyiz abi." demem rağmen "Pardus' un işletim sistemi olduğunu biliyor musunuz?" gibi bir soruyla hepimizi yıktı. Ama suçu onda aramıyorum çünkü Pardus cidden adı duyulmamış/duyurulmamış bir sistem. Ayrıca fuarın ilk 3 gününde görevliye yöneltilen muhtemel soruları da göz önüne getirirsek, haklı bile diyebilirim. Pardus standındaki sonradan isminin Frets on Fire olduğunu öğrendiğim Guitar Hero benzeri olan oyunu gerçekten beğendim.

Fuarı genel olarak Sevim, Emre ve Zafer ile gezdik. Öğrencileri almıyoruz diye çemkiren kapı görevlileriyle tartışarak fuarın neredeyse bütün alanlarına girdik. Dikkatimi çeken bir ayrıntıysa öğrenci kimliklerimizi her gösterdiğimizde birilerinin "Bizim okuldan gelmişler." dediğini duymam oldu. Tamam bilmem-kaç-bin öğrenci var ama bütün görevlileri bizim okulda okuyanlardan ya da mezunlardan seçmiş olamazlar herhalde.

Fuarda en çok oyalandığımız stant sanırım Taiwan menşeili yerlerdi. Daha İngilizce' yi tam bilmiyorken bir de onların aksanını dinlemek hem garip hem de güzeldi. Bir tane bayan görevli hiç sıkılmadan güler yüzle yarım saat kadar bir süre tablet bilgisayarlarını gösterdi bize. Her bir şeyini kurcaladık resmen :) Hatta bir Angry Birds' de gösterdiğim üstün başarıdan ötürü fazladan çikolatamı kaptım.

Freebook diye bir stant vardı, görevlisi azıcık ruhsuzdu ama ürüne bakınca zaten çokta bir şey beklememek gerektiğini anladım. Bir netbook vardı ki çocuk oyuncağı mı yoksa başka bir şey mi çözmek çok zordu :P

Öğle arasında McDonalds' da yer bulmak inanılmaz zordu, resmen insanlarının gözlerinin içine baktık kalksınlar artık diye. 10 dakika ayakta dikildikten sonra bir masaya oturabildik sonunda. Öğle yemeğinde biraz dinlensekte uykusuz geçen bir gece ve 4 saat fuar gezmek çok yormuştu bizi günün kalanı ayakta kalmak için büyük çaba sarf ettik. Bizim sınıfı fuar alanında hiç görmedik şaşırtıcı şekilde, akşam otobüse binerken gördüğümüzde de hepsi yağmurdan dolayı baya ıslanmışlardı. O kadar çok ıslanmışlardı ki, o kadar olur yani :P

Bunları yazdım da ne yazdığım konusunda hiçbir fikrimde yok inanır mısınız? Bir şeyler yazdım ama umuyorum ki saçmalamamışımdır. Ha unutmadan söyleyeyim fuarın en eğlenceli anlarından biri Sevim, Emre ve Zafer'in daha çok çocuklara hitap ettiğini düşündüğüm alanda bir anda kendilerine gelmeleri oldu. Fotoğrafları yazının sonuna ekleyeceğim ama Keloğlan'lı fotoğraf kendini imha edebilir, telif hakları ya da özlük hakları gibi bir şeyin ihlali olabilir :P Olmadı Emre beni öldürebilir.






Mavi Muammer?!

Salı, Eylül 27, 2011

Pardus - Nasıl Kurdum?

Merhabalar!

Bu blogu açma nedenimle ilgili ilk gerçek yazımı yazıyorum şu anda. Bilgisayarla ilgili uğraştığım şeyleri burada paylaşmak, yaptığım şeyleri nasıl yaptığımı anlatmak ya da yapamadığım şeyleri anlatıp bir yardım eli aramak için açmaya karar vermiştim blogu. Ve işte buradayız. Neyse neyse... Konuya dönelim.

Yeni sene başladı tüm hızıyla, 2.haftaya geldik. Dersler kendini belli etmeye başlarken Linux sistemlerine yakınlaşmak amacıyla bilgisayarıma tekrardan Pardus kurmaya karar verdim. Geçen sene Windows'umu değiştirdiğim için kaybolan GRUB'la (*) birlikte Pardus 2009.2 yi bilgisayarımdan kaldırmıştım. Bugün ders çıkışı Bilgi İşlem' e Pardus'u yükletmek, en azından DVD kullanmadan nasıl kuracağımı anlamak amacıyla uğradım. İçerde çok gizli bir toplantı yapılıyordu, içeriğini açıklarsam aldığım ölüm tehditleri gerçek olabilir korkusuyla susuyorum :P Bölümümüz 4'lerden Mesutcan' ın anlatımıyla (-ki benim USB evde kaldığından oldukça kısa bir anlatım oldu) yarın tekrar Bilgi İşlem' e gelmek üzere geri döndüm. Eve gittiğimde kendim kurarım diye düşünüyordum ve hadi başlayalım!

İlk olarak bizim okuldaki Bilgi İşlem gençlerinin ürünü olan GNOME'lu(**) Pardus seçeneğini göz önüne aldım. USB'yi biçimlendirmek için Universal USB Installer 1.8.6.2 yi kullandım fakat bir yerden sonra initramfs=shell(noprobe) cinsinden bir hata verdi. Bu sebeple yüklemeyi iptal edip internetten sorunu araştırdım. Genel olarak DVD'ye (bu koşulda USBye) yazımda bir sorun olduğu için çıkan bir hataymış. Sonuç, Deneme 1--> Başarısız!

Deneme 2 olarak UNetbootin ile Pardus 2011.2 Cervus Elaphus iso dosyasını USBye yazdırmaya çalıştım. Bilgisayar açılışta USB Device kısmından boot edince UNetbootin bana Default, pardus, rescue, ... , hardware seçeneklerini sundu. Bu adımda pardus olanını seçip devam ettim. Sonuç initramfs hatası. Deneme 2 --> Başarısız!

Deneme 3' te bir önceki işlemde pardus yerine default olanı seçtim. Sonuç yine aynı oldu. Deneme 3 --> Başarısız!

Şu koşulda önce initramfs hatasını defetme yollarını aramanın vakti gelmiştir. Bu sırada USB'ye Ubuntu 11.04 ü kurmayı deneyeceğim. Bu konuda iso dosyasının hatalı olması ihtimali soruluyor ve MD5 kontrolünün yapılıp yapılmadığı forumlarda ilk verilen yanıtlar arasında.

Ubuntu Denemesi 1 başarılı oldu. Aklımda hiç bunu kurmak yoktu, sanırım o yüzden sorunsuz bir kurulum yaşadım. Universal USB Installer ile Ubuntu 11.04 seçeneğini seçtim ve varolan iso dosyasını yazdırdım USBye. Yeniden başlatıp USBden boot ettim ve "install ubuntu on hard disk" seçeneğini seçerek yoluma devam ettim. Orada bilgisayarımda önceden bölmüş olduğum D ve E sürücülerinden D yi EXT4 uzantılı olarak tekrar biçimlendirdim. Takas alanı bırakmadan (açıkçası pek anlamadım ne olduğunu ama fiziksel bellek yetersiz kalınca diyordu 50 GB ubuntu için çok bile diye düşünüp fazla kurcalama gereği duymadım) kuruluma devam ettim. Daha önce Pardus'ta yaşadığım belki de en büyük sorun olan kablosuz ağa bağlanma sorunu Ubuntu 11.04'te hiç olmadı. Sorunsuz bir internet bağlantım var şu anda. Hatta Ubuntu ile ilgili olan bu bölüm direkt olarak Ubuntu' dan yazılmakta. Kurulumda tek sorun yeniden başlatması gerekirken bilgisayarın donması oldu. Gayet ilkel yöntemlerle bilgisayarı kapatıp yeniden başlattım. Ekrandaki simgeler geç geldi biraz ama masaüstü görünüm açısından oldukça hoşuma gitti. Ekran görüntüsünü aşağıya koydum bile :) Ubuntu' yu kurcalamak üzere bilgisayarımda bırakıp Pardus için tekrar çalışmalara başlıyorum.


Ve şimdi geldik esas noktaya, Pardus! Öncelikle Pardus forumlarına baktım konuyla ilgili. "dd" diye bir program önerilmiş, çalıştırdım olmadı. USB Transfer 2.1 yüklendi ilk denemesi başarısızdı. Daemon Tools ile iso dosyasının içeriğini açıp USBye attım, yemedi. Tekrar USB Transfer 2.1 i denedim ve ta-da! Kurulum biraz yavaştı ya da ben uzun süreden beri bu anı beklediğim için bana uzun geldi ama anladım ki programcı ne diyorsa önce bir okuyacakmışsın. Ben okumadım o sebeple ilk kurulumda ilk yeniden başlatmada Pardus görünmedi, zira GRUB' u sda yerine sdb'ye kurmuşum. Bu durumda sdb USBye denk geliyor. O sebeple tekrar kurdum - uzun yolu severim :P - bu sefer sda bölmesine kurup yoluma devam ettim. Kurulumda en çok gözüme çarpan touchpad kısmının yukarı aşağı yaparken inanılmaz derecede takılmasıydı. En çok o zorladı beni. Neyse kurulumu yaptık parolamızı belirledik, Kaptan ile özelleştirmeleri yaptık ve Pardus 2011.2 miz hazır ve nazır şekilde sistemimizde yerini aldı. Ekran görüntüsü;


Buradan sonra bir Windows'a geçeyim dedim ama ne görelim. Windows için böyle bir şey yok demesin mi?! Yine programcının açıklamasını okumadığım için bu sorunu çözmek 2 saatimi aldı. Okuyup not alıp öyle işe başlayın, benim gibi bodoslamadan dalınca zaman sorun yaşatıyor. Onu da Sistem Ayarları --> Açılış Yöneticisi --> Windows seçeneğini işaretleyerek hallettim. Şu an Windows'ta fink atıyorum. Kalan tek sorun Ubuntu 11.04 ü bir şekilde Pardus GRUB' una eklemek. Olur mu olmaz mı bilmiyorum. Olursa bir sonraki yazının konusu o olacak. Bu yazının hepsini okuyan oldu mu? Teşekkürler şimdiden :)

Yazıdan Notlar

(*) GRUB - ya da Grand Unified Bootloader en kısa tanımıyla bir açılış yöneticisi. "Bir bilgisayarda birden fazla işletim sistemi yüklü olduğunda açılışta devreye girerek sistemler arasında seçim yapmayı sağlar." diye açıklıyor Vikipedi.
(**)GNOME - Bir masaüstü ortamı. Özellikle bildiğime göre Linux'larda çok fazla masaüstü çeşidi var. Her zevke hitap edecek bir çeşidini bulmak mümkün.

Perşembe, Eylül 08, 2011

Başlık Bulmak Zor Zanaat

Merhabalar,

Canım bir şeyler yazmak istiyor, kenarda 500 tıklanma sayısıyla birlikte blogumu rastgele şekillerde Dünya' nın garip taraflarından bulan kişileri görüyorum ve garip bir şekilde keyif dolu aynı zamanda da huzurluyum. Çok uzun bir cümle oldu bu, neyse.

Bu aralar nedensiz bir şekilde Gossip Girl dizisine takmış durumdayım. Durun bir dakika. "Nedensiz" tam olarak doğru bir tanım olmadı. Özellikle şu günlerde serinin üzerinde uyarlandığı kitap serisinin 1-2 kitabına göz attığım düşünülürse. Gerçi kitaplar ile dizinin doğal olarak alakası yok. Uyarlanmış şeyler genelde senaristlerin ve yapımcıların kitapları bir yerlerinden uyarlamasıyla ortaya çıkar. Ama Gossip Girl dizisi bana göre kitaplardan daha güzel ve bu konuda çok fazla örnek olduğunu söyleyemem. Aslında sadece bir örnek daha biliyorum, The Vampire Diaries. Konuya dönmek gerekirse, canım Gossip Girl izlemek istiyor. Özellikle dizinin girişinde "You know you love me, xoxo. Gossip Girl." diyen sese hastayım. Diziyi izleme aşkıyla yanıp tutuşuyorum ama tabi ki, geçenlerde harici diski boşaltmak adına sildiğim dizilerden biri olduğu ve şu anda internetten uzak olduğumdan izleyemiyorum. Hayat nanik yapmayı iyi biliyor, evet.

Bir şeyler daha yazacaktım ama bu zavallı hafızamla ne yazacağımı hatırlamam biraz uzun sürecek. Hava da kararıyor gibi. Kendinize iyi bakın!

Başlık hakkında not: Yazıyı okudum ve en uygun başlık ne olur diye baya kafa patlattım ama içime sinen bir şey bulamadım. Bu daha güzel oldu sanki. Kısıtlı kaynaklarla bu kadar oluyor sanırım :P

Pazartesi, Eylül 05, 2011

Yol Günlükleri - İstikamet Çorum

Merhabalar!

Bu yazıyı siz okurken ben tekrar Lüleburgaz' da olacağım. İnternetsiz hayat zor azizim. Gelecek (geçmiş) bayramınız kutlu olsun :)


27 Ağustos 2011 - 15.32

Bizim ailemiz biraz gariptir, "Şuraya gidelim mi?" denildiğinde genelde en kısa zamanda hazırlanıp yola koyuluruz. Babam dün "Bayramda Çorum'a gidelim mi?" diye sorduğunda da akşama çıkar mıyız diye düşündüm bir an. Neyse ki bugün saat 12' yi biraz geçerken Lüleburgaz' da ki evimizin önünden yola çıktık. Direk Pınarhisar - İstanbul istikametindeki otobana girdik - ki bayram nedeniyle geçişler bedavaydı - ben bu satırları yazarken de İstanbul' u çıktık / çıkmak üzereyiz. İstanbul trafiği yaklaşan bayram + haftasonu sebebiyle çığrından çıkmıştı. İnsanların şeritler arası dolaşmasını hayretler içinde izledim. Herkes aklını peynir ekmekle yemiş resmen. Yol boyu özellikle dikkat ettiğim bir Audi ( A5 olsa gerek) sürekli şerit değiştirmesine rağmen en son yine arkamızdaydı. Neyse neyse. Tuzla' dayız şu an diye düşünüyorum. Artık bir mola zamanı olabilir.

21.27

Yol boyunca kayda değer çok bir şey olmadı, arada bir saçma hareketlerde bulunan şoförlere sövdük falan, her zaman ki gibi işte. Bir benzin istasyonunda kendi arabasıyla aynı başka bir arabaya eşyalar bırakıp sonra onun kendi arabası olmadığını fark eden adama baya güldük. Bolu civarlarına gelirken hava ciddi anlamda soğudu. Ceketi giymemek için kendimi zor tuttum. En son 19.30 gibi isminin Köroğlu olduğunu düşündüğüm bir mola yerinde iftarı yapmak için durduk, durmaz olaydık. Bir kase çorba 4,50tl, bir tabak pilav/makarna 5tl, etli yemekler 12tl gibi uçuk fiyat etiketleri vardı. Tabakların ÖSEM' de kullandıklarımızdan olduğunu söylersem 18 Mart' lı arkadaşlarım ne dediğimi anlayacaktır. Ablamla biz arabaya geldiğimizde, oradaki birinin sorup soruşturmadan arabaları yıkadığını gördük, bizim arabada kurbanlardan biriydi. Orada adamla tartışmaya girmemek çok zordu, ama  bir şekilde başardım kendimi tebrik ediyorum. Oradan çıktık ve şu an Ankara' ya yaklaşıyoruz. Az önce 1580 rakım gördüm, biz rakımı 2 görmeye alışkınız baş ağrısı yaptı bana bu yükseklik. Bakalım saat kaçta Alaca' da olacağız. 

Not: Yolda uyuyamamaktan nefret ediyorum.

28 Ağustos - 23.09

Evet tarihten anlaşılacağı üzere çoktan geldik. Sadece yolun geri kalanında o kadar yorgundum ki saat 11 gibi uyumuştum. Parçalı hallerde yolun kalan kısmında uyudum denilebilir. Elmadağ' ı geçtikten sonra bir yerde çay molası verdik, orada kısmen ayıldığım söylenebilir. Gece 01.30 gibi Alaca' ya girmiştik sonunda. Sahur için uyuyamamak biraz zor oldu ama son 2 gün diye sabrettik. 

Not: Alaca çok soğuk!

Bazı fotoğraflar çekmiştim ama bilgisayara atamadığımdan ekleyemiyorum :(

Yaz Okulu - En önemlisi nasıl bitirdiğindir.

Bitti. O bitmez gibi görünen 7 yaz okulu haftası sonunda bitti. Yaz okuluna gitmem iyi mi oldu kötü mü bilmiyorum. Matematik 2' den CC ile geçtim ,ki çalışsam eğer çok daha iyi bir not alabilirdim, Lineer Cebir ise şu an için belirsizliğini koruyor. Ondan geçmeyi beklemiyorum tabiki, İlhan hocayla çok anlamsız oldu yaz okulu. Durumu kısaca özetlemek gerekirse Lineer Cebir' de 7 tane birinci sınıf öğrencisi bilgisayar mühendisi toplam 115 aldı. Siz anlayın artık halimizi.

Eğer yaz okuluna gitmesem neler kazanacaktım.

- Ehliyet kursuna gitme hakkı
- Tatil boyunca şehirlerarası gezme imkanı
- Dersleri düşünmeden geçen bir yaz

Oldukça güzel göründü gözüme. Ama gittiğim için neler kazandım ona bakalım önce.

- En azından 1 dersi eledim
- 7 güzel hafta boyunca internetim vardı
- Çanakkale' nin Lüleburgaz' a göre kat be kat iyi olması

Artılar eksileri nötrledi sanırım, gitmesem hep aklımda keşke gitseydim düşüncesi olacaktı. Üniversiteli arkadaşlarıma tavsiyem, okul döneminde çalışan biri değilseniz boşuna yaz okuluna gitmeyin. 

Yoldayım, arabanın camları açık olduğundan içerde fırtına var gibi. Çok uykum geldi. Oldu o zamansa. Uyku hali bana pek yaramıyor, saçmalamaya çok açık oluyorum. Sevgiler.

Salı, Ağustos 23, 2011

Otobüste yapılmaması gereken 6 şey

Bugün otobüste gelirken aklımdan geçen bu 6 şeyi tek bir otobüste görünce, bir şeyler yazmam gerektiğini hissettim.

1- Yağlı, jöleli vb. kafanızı lütfen o camlara dayamayın. Ya şehirler arası otobüslerde başınızı cama yaslamanızı anlarım, ama şehir içinde ne alaka? Bir de o izler kalıyor... İğrenç.

2- Otobüs kalabalıksa koltuklarda 2 kişilik alana oturmayın. Özellikle arka beşli koltukta bunun örneği çok sık görülüyor, millet siz bir yerlerinizi yayacaksınız diye ayakta beklemek zorunda değil. Lütfedip azıcık kenara kayın.

3- Ayakta duruyorsanız eğer koridoru ortalayarak durmayın. Koltukta oturanlara yapışın demiyorum, o ayrı bir maddenin konusu ama insanlar arka kapıya ulaşmak için mücadele gösterirken tam ortada durup insanlara matematiksel hesaplar yaptırmayın. ("Buradan nasıl geçerim, şöyle yapsam dengemi sağlar mıyım?" vb. gibi.)

4- Ayakta duruyorsanız koltukta oturana yapışmayın, hava alacak alan bırakın.

5- Eğer tacizci değilseniz karşı cinsin yanına oturmanız da hiçbir sakınca yoktur, boş koltuklar varken salak gibi ayakta dikilmeyin. Yanınızdakini kenara sıkıştırmayacak şekilde gidin oturun, karşıdaki de muhtemelen sizi yemeyecektir korkmayın.

6- Hemen gidip koridor kenarındaki koltuğa oturup başkaları bindiğinde ve arabada yer olmadığında orada sap sap durmayın, ya pencere yönüne kayın ya da insanlara geçmeleri için alan bırakın.

Pazartesi, Ağustos 22, 2011

Kitaplar ve Filmler - 1

14 Ağustos 17.00


Herkese merhabalar. Ne okuduğumu ya da ne izlediğimi yazmak, bunlarla ilgili yorum yapmak çok uzun zamandır aklımda olan bir fikirdi - blogu açtığım zamandan kalma - ama bir türlü denk getirip yazmadım. Ha şu ilk cümleleri de 5 gün önce yazmıştım, sanırım yazamama sebebim bu.

19 Ağustos 14.15


Dün geceden beri garip bir mutluluk & heyecan karışımı bir duygu yaşıyorum ama nedenini çözemedim. Yaklaşan sınavlar, oruç tutmak, yakında internetsiz kalacak olmam, Lineer Cebir' den kalacak olma ihtimalim vs. çokta eğlenceli günler yaşamıyorum ama mutluyum huzurluyum. Garip. Ha birde ben blogu yazıp yayınlayana kadar açıklarlar mı bilmiyorum ama üniversitelere yerleştirme sonuçları konusunda çok heyecanlıyım. Bana ne oluyor onu çözebilmiş değilim, çözen varsa bi haber etsin. Umarım istediğiniz yerlerde olursunuz, bunu cidden tüm kalbimle istiyorum. Ayrıca bu yaz aklıma gelen bir fikirle seneye sınava girip tekrar şansımı denesem mi gibi saçma düşüncelere sahibim, bölümümü seviyorum ama üniversite değiştirsem güzel olur mu düşüncesi yaşıyorum. Amaaan bu yazının kitap ve filmlerle alakası olması gerekiyordu. Zaten blogun adını da "Bir Şizofrenin Seyir Defteri" yapacağım. Neyse.

21 Ağustos 17.15


Tarihlerden anlaşılacağı üzere sıkılmadan bir işi yapabilme kabiliyetim (!) açıkça görülüyor. Bu konuyla ilgili ne yapılabilir, yapılabilecek bir şey varsa eğer ben yapabilir miyim bu soruların yanıtlarını çok merak ediyorum. Hani duyan, bilen, aynısını yaşayan varsa haber etsin. Konuyu hemen başlığa çevirmek istiyorum. Bu aralar filmlere sarmış vaziyetteyim. Ha bu sözümden günde 2 film devirdiğim anlaşılmasın, haftada 2-3 tane izliyorum. Benim için büyük muhtemelen insanlık için küçük bir adım bu. Film kültürüm yerlerdeyken onu toplamaya çalışıyorum işte.

Geçtiğimiz haftalarda bir Matematik 2 dersinde sıkılıp aniden Transformers 3' e gitmeye karar verdik. 3D değildi ama yine de sinemada izlemek ayrı. Zaten sadece 4 kişiydik bütün salonda; ben, ablam, Emrah ve Emre. Filmde en çok gözüme batan hanım ablamızın film boyunca çığlık atması, bir ara savaşın ortasında sihirli bir şekilde ayakkabılarının değişmesi, hiç yara bere almadan o yıkılan binadan falan çıkması, topuklu ayakkabılarla maraton koşması ve en son Megatron'a beylik sözler sıralamasıydı. Evet o hanım abla filmde olmasa olurdu bence, Megan Fox' u aradı gözlerim. O diğer Prime' ın hain planlarını hiç sevmedim, sorunlu mudur ne? Neyse filmi izleyeli baya oldu o yüzden burda kesiyorum.

Gelelim 127 Saat' e. James Franco diyorum başka bir şey demiyorum. Hikayenin gerçek olması filmi izlerken ayrı bir hava yarattı. Aron Ralston' daki yaşama azmi cidden takdire şayan. Filmle ilgili detay vermek istemiyorum ama izlemediyseniz kesinlikle izlemelisiniz.

Av Mevsimi - Bu filmi uzun süredir izlemek istiyordum ama bir türlü kısmet olmamıştı, geçenlerde bütün uygun koşulları sağlayıp izledim. Sonu benim için bir parça hayal kırıklığı olsa da, kadrodaki oyuncuların hatırına izlenmesi gerekir diyorum.

X-Men: First Class - Bu seride sadece Wolverine filmini izlemiştim daha önce, diğer filminin de bir kısmına bakmıştım fakat First Class gerçekten çok iyiydi. Dün akşam büyük bir plazma tv de izleme şansı yakaladım James McAvoy karakter olarak beni çıldırtsa da çok iyiydi. (James' lerde özel bir durum var sanırım, hepsi süper.) Profesör X' in (bkz. Charles Xavier) "her şey iyi olacak" ve "aman kimseyi öldürmeyelim biz iyi insanlarız ah pardon mutantlarız" tavrı çok sıkıcıydı. Magneto adamımsın diyorum sadece.

Arada muhtemelen unuttuğum 1 - 2 film daha var ama n'apalım, kötü hafıza. Kitaplara dönecek olursak, öyle çok değil ama elimde okunmayı bekleyen 2 kitap var. 1 tanesi ise bitti.

Adam Fawer' ın Olasılıksız' ını 10. sınıfta okuma şansı bulmuştum, yaklaşık 6 saat gibi bir sürede bitirdiğimi hatırlıyorum. Fakat üniversitede geçen 1 yılın ardından kitabın benim için ne kadar değiştiğini görmek istedim ve kitaptaki fizik açıklamalarını tekrardan okumak istiyordum, sonuçta okul kütüphanesinden aldım kitabı. Sanıyorum ki 2 - 3 gün gibi bir sürede bitti ve kitap tek kelimeyle MUHTEŞEMDİ. Ayrıca aklıma geçtiğimiz güz dönemindeki Algoritma ve Programlama dersi geldi. Necdet hoca sormuştu: "100 tane kapımız var, birisi ödül kapısı. Sunucu sizden 1 kapı seçmenizi istiyor ve sonra teker teker diğer kapıları açtırıyorsunuz. Şans o ya, ödül kapısı son 2 kapıya kadar duruyor. Sunucu kapıları değiştirme şansı sunduğunda  her kapıda ödül olma olasılığı % kaç olur?" Tabi ki olaya 2 kapı üzerinden baktığımızda şans kapı başına %50 ve itiraf edin çoğunuz kapısını değiştirmek istemezdi. Ama ilk durumdan itibaren koşullar hiç değişmediğinden bizim seçtiğimiz kapıda ödül olma ihtimali %1 ve diğer herhangi bir kapıda ödül olma ihtimali %99. Yani kapıları değiştirmek olasılık olarak çok daha mantıklı bir karar. İlginç değil mi?

Uzun süredir Stephen King' in sade ve sadece 1 kitabını okumuş olmam ve bu kitabın çokta tanınmış olmaması konusunda eleştiriliyordum. Bu sebeple biraz Stephen King okumanın iyi olacağını düşünüp kütüphaneden Yeşil Yol kitabını aldım. ( Aynı şekilde hala Yeşil Yol filmini izlemediğim içinde çok eleştiriliyorum. ) Şu an için başlarındayım ve kitap gerçekten çok güzel gidiyor. Yarın Matematik 2 finalini atlattıktan sonra ilk işim kitabı bitirmek olacak. Filmiyse kitap bittikten sonra izleyeceğim.

Ejderha Dövmeli Kız - Bu kitabı henüz okulda bahar dönemi bitmemişken almıştım ama aynı anda aldığım Bahar Tanrıçası ve Ölü Ruhlar Ormanı' nı okuduktan sonra yaz okulu, düğün, vizeler, finaller derken pek zaman kalmadı okumaya. 183. sayfasında kaldım, hala bitirilmeyi bekliyor. Kitap arka kapakta anlatıldığı kadar muhteşem değil en azından ilk 200 sayfada değildi, ama aksiyonun yeni yeni başladığını hissediyorum. Bunun da filmi varmış ,sonradan öğrenmiştim, onu da kitap bittikten sonra izlemeyi düşünüyorum.

En son aldığım kitapsa Açıklamalı Algoritma Soruları ve Çözümleri. Çok heyecanlı duruyor ismi, değil mi? Onu da Lüleburgaz' a döndüğümde okumayı planlıyorum. Aksiyonun nefesimi keseceğine eminim.

Bu arada bugün olan Lineer Cebir finali berbattı. Söylenecek fazla bir şey yok. Önümüzdeki senelere bakacağız artık.

Cumartesi, Ağustos 13, 2011

Yaz Okulu - Nasıl devam ettiğin daha önemlidir.

Aslında bu yazıyı 1 hafta önce, yaz okulunun ortalarında yazmayı planlıyordum. Fakat Matematik 2 vizesini ayın 11'inde olmamız sebebiyle onun geçmesini bekledim. Yaz okuluna gelmek bir hata mıydı, buna değecek mi bilmiyorum açıkçası. Yazımdan fedakarlık ettim, paramdan fedakarlık ettim, ailemden fedakarlık ettim. Bunlara karşılık Lineer Cebir I dersinde normal ders sayısının 2,5 katını, Matematik 2 de 3 katını görüyoruz. İşlemediğimiz konular işleniyor, bilgisayar mühendisliğinde olduğumuz için hocalar her şeyi yaparmışız gözüyle bakıyorlar bize. Yapabilsek orada olmazdık, haksız mıyım?

Durum değerlendirmesi yapmak gerekirse Lineer Cebir' de normal okul döneminden daha kötüyüm ya da kötü değilim ama sevgili İlhan hocamızın 1 gün önce anlattıklarından vizede sorması sebebiyle ,ki o konuları bahar döneminde görmemiştik, vizem berbat geçti. 10 civarı bir not bekliyorum. Gerçi üniversiteli olduğumuzdan beri finalde 90 üstü almanın geçmeyi garantiliyor olması gibi bir durum var. O notu alabilir miyim emin değilim ama henüz o dersten vazgeçmişte değilim. Matematik 2 ise hiç çalışmamış halimle çok iyi geçti. Erdoğan Hoca' nın anlatımı bir kere çok iyi. Derste anlattıklarına "Ne anlatıyor bu adam?" demedim hiç ,ki bu benim için çok önemli bir adım, ayrıca ilk çözdüğü örnek sorudan sonra diğer soruları da çözebiliyorum. Çalışsam çok rahat 90 alabileceğim bir vize olduk. Bugün sınav sorularını çözdü ve 50 puan garantim var. Üstü için hocanın not verme kabiliyetine bakacağız artık. Ama vizemin iyi geçmesi çok iyi bir moral oldu. En azından Matematik 2'ye asılıp BB gibi bir not getirmeyi düşünüyorum. Gelecek bir BB not ortalamama inanılmaz bir etki yapacaktır.

Vizeleri geçersek derslerde durum idare eder. Sürekli derse girmeme fikriyle aklım çelinse de Lineer Cebir'de ki kısıtlı devamsızlık imkanı ve Matematik 2' de de ders kaçırırsam toplamam zor olacağı için derslere düzenli olarak devam ediyorum. Matematik 2' de bahar dönemine ek olarak Seri-Dizilerin eklenmesi, Lineer Cebir' de ise uzayların çok ayrıntılı olması sinir bozucu olsa da sanırım hocaların bu tutumuyla elimizden bir şey gelmeyecek.

Bu aralar kütüphaneye sık uğramaya başladım. Gerçi aldığım Programlamaya Giriş ve Algoritma kitabının daha kapağını bile açamadan 7 gün gecikmeli iade etmem bunun pek bir işe yaramadığını gösteriyor. Bugün Stephen King' den Yeşil Yol kitabıyla Adam Fawer' ın Olasılıksız' ını aldım. Olasılıksız' ı daha önce okumuştum ama okuduğum zaman 11.sınıftaydım, geçen zamanla birlikte kitabın benim için daha farklı olacağını sanıyorum. Bunlar dışında daha elimde bitirilmeyi bekleyen Ejderha Dövmeli kız ve Goddess of the Rose var. Bunların hepsini bitirebilir miyim, evet bitirebilirim. Ama bitirir miyim, işte asıl sorun burada sanırım. Neyse... Bu yazının devamı finallerden sonra gelecek. İsmini de "Yaz Okulu  - En önemlisi nasıl bitirdiğindir." yapmayı düşünüyorum. Son günlerde neler izliyorum diye bir yazı mı yazsam diye düşünüyorum şu an. Eğer yazarsam bunu fark edeceğinize eminim. Sanırım şimdilik bu kadar. Evet, saygılar hürmetler.

Pazar, Ağustos 07, 2011

Bunalımın Eşiğinde Olmak

Aslında bir süredir içimi kemiren bir soruyla sonunda yüzleştim. "Başkalarının hayatı neden beni ilgilendiriyor?" Böyle söyleyince çok duygusuz ya da taş kalpliymişim gibi geliyor kulağa. Sonuçta izlediklerim arkadaşlarımın hayatları. Ama benim anlatmaya çalıştığım şey; çok yakın olmadığım insanların sevgilileri, aldıkları ya da alamadıkları şeyler, çektikleri fotoğraflardan banane. Bunları biliyor, görüyor olmam bana ne kazandırıyor? Kaybettirdiği şey zaman ama kazandırdığı şey ne? Neredeyse kayda değer hiçbir şey. Bir neredeyse için bunlar değer mi?

Bunun diğer açısı ben neden bir şeyleri paylaşıyorum? Neden? Canımın sıkılıyor olması ya da bunalıma girmiş olmam ya da mutlu olduğumdan başkasına ne? Bilmesi gerekenlerin zaten bunları biliyor olması gerekmez mi? Şu anda neden bunu yazıyorum? Neden bunu blogumda yayınlayacağım? Neden paylaşacağım bunu? Benim içsel muhabbetim neden herkesin görebileceği bir yerde?

İnternet müthiş bir bilgi kaynağı, kabul. Ama benim birilerinin yorumlarını okumam, almayacağım şeylerin özelliklerine bakmam ne alaka? Bunlar yerine derslerim ya da kendi alanımla ilgilensem daha iyi olmaz mıydı? Deliriyor muyum? Yoksa zaten bir deli miyim?

Evren nasıl meydana geldi sorusunu geçtim artık, neden biz yaratıldık? Bu soruyu soruyor olmamla birlikte cehenneme tek yön gidiş bileti kazanmış mıyımdır? Sahi, cehennem niye var? İnsanların böyle yaratılmış olması bizim suçumuz mu? Allahım neler diyorum ben böyle? Saçmalıyorsam 0536 657 XX XX numarasına bildirir misiniz? Olmadı ztugcesirin@gmail.com adresine mailde atsanız olur. En kolayı yorum yazıp çok fena saçmalıyorsun, kendine gel diyebilirsiniz. Nasıl çıldırdım diye bir yazı dizisine mi başlasam acaba? Kendimi bir gökdelenin en üst katında kapıların kilitli olduğu bir yerde kapana kısılmış gibi hissediyorum, saygılar.

-Tuğçe

Salı, Temmuz 26, 2011

Bir Düğün Anısı - Yoksa 2 Miydi?

Evet yazmaya başlayacağım dediğimin üzerinden saatler (günler) geçti, biliyorum. O an "yazarım şimdi" havasına girip sonra "Hadi denize gidelim." diyerek araya kaynattığım yazımı şimdi uykulu uykulu yazmaktayım. Bu akşam biter mi bu yazı bilmem. (bitmeeeeez) Üşengecim, üşengeçsin, üşengeç! Neyse aslında ben bu yazıyı daha önce yazmak istiyordum. Sonuçta bu zayıf hafızamla neyi ne kadar anlatabilirim bilmiyorum. Neyse başlayalım bakalım.

2 hafta Cumartesi annemler aniden Çanakkale'de belirdiler. Sürpriz yapmayı seven bir aile olarak aynısını düğün evine yapalım dedik ve yollara düştük. Hatta varış noktamız olan Bergama'ya varmak üzereyken Doğukan abiyle konuşurken "Geliriz bir ara." diye üstü açık bir konuşma yaşamıştık. Akşam saatler 21.30u gösterirken Bergama'daydık. Çalınan kapı Işıl ablam tarafından açıldı, çok şaşırdı doğal olarak güzel gelinimiz :) Sonra evdeki akraba nüfusuyla orantılı olarak evde bir "Hoşgeldiniz" curcunası yaşandı. Doğukan abim Fidan ve Ömer ile dışarı çıktığından onları kapıda karşılamak bize düştü. Kapıyı onlara açtığımda hepsinin şaşırdığını görme zevkine eriştim. Hadi bir daha kucaklaşma faslı dedikten sonra evin muhtelif yerlerine yataklar serildi, 13 kişiyi evde ağırlamak zor iş tabi.

Ertesi günler biraz sıkıcı geçti açıkçası, herkeste gergin bir bekleyiş vardı. Hadi olsun artık düğün diye düşünüyorduk. Yaşadığın anda zaman o kadar yavaş geçiyormuş gibi geliyor ki, oysa her günün sonunda esas zamana daha fazla yaklaşıyorduk. Düğünden 2 gün önce Işıl abla, Özge abla, ablam, Fidan ve ben kızlar grubuyla birlikte Bergama' nın tarihi hamamlarından birine gittik. Malum gelin hamamı, gelenek göreneklerine saygılı insanlarız ayıptır söylemesi. Hamamda şarkılar türküler çınlarken -sadece biz vardık o gün- gelin hamamı olduğu için hamamdaki görevli teyzemiz bize meyve ikramında bulundu. Çok güzel geçen 2-2.30 saatin ardından artık çıkma vakti gelmişti, hepimiz üzgündük fotoğraftan anlaşılabilir üzgünlüğümüz.


Neyse ertesi gün hatim duası vardı, teyzeler o kadar çok dua etti ki bir ömür yetebilirdi herkese. Dua devam ederken gelen Meryem abla büyük sürprizdi zira Diyarbakır'dan ayrıldıktan sonra oralardan birini ilk defa görüyordum. Hatim duası bittikten ve teyzeler daha fazla pilav ve ayran almak için yarışırken bir kenara çekilmiş kızlarımız,


Bu sırada size ev nüfusundan bahsetmiyorum bile Yıldız halam, Kezban halam ve İlyas abi'de gelince 17 yatılı misafir grafiğine ulaşan ev daha fazlasını kaldıramayınca  fotoğrafın sonundaki 4 kızımız başka bir evde geceyi tamamladı.

Büyük gün gelmişti işte, düğün günü! Sabah 11'de kuaför randevusu vardı. 5-6 kişilik bir ekiple nişandaki mekana giderken diğerleri eve daha yakın olan bir kuaförü tercih ettiler. Herkes yavaş yavaş işe koyulurken ben Nikon D90'la mutlu saatler geçiriyordum, aynı anda saçıma ne yaptıracağıma karar vermemiştim. Ben karar verene kadar birkaç -yüz- fotoğraf çektim. Bkz.



Objektifim her zaman üzerinizde, dikkatli olun :) Gerçi doğal akışta fotoğraf çekmek zor oluyor çünkü deklanşöre basarken geçen süre içerisinde yakaladığını pozu kaybetme ihtimaliniz çok yüksek. Bunun hayal kırıklığını bolca yaşadım ben şahsi olarak.

Kuaförde saçlar yapıldı derken kıyafetlerin giyilip makyajların yapılması gerekti. Ben son anda sade bir at kuyruğunda karar kılmıştım ki son halini gördüğümde çok iyi yaptığıma kanaat getirdim. Hem rahattı hemde gecenin sonuna kadar bütün koşuşturmalarıma katlandı. Herkes giyindi süslendi dedik, sonucun ne olduğunu göstermemek olmaz.



Hazırız o zaman damat gelsin efem. Önce fotoğrafçıda aileler için fotoğraf çekimi, ardından Asklepion'da düğün fotoğrafları çekilecekti. Fotoğrafçı kısmında bende ordaydım ve fotoğrafçı o kadar tarif edilemez bir insandı ki... Magazin programlarını sunabilecek kabiliyeti gördüm şahsen fotoğrafçıda. "Evet şimdi tam buraya köşeye bakıyoruuuuz, eveeeet çok güzel tamaaaam. Şimdi biraz gülümseyiiiin, çok güzeeeel." *Ortam garip bir şekilde önce kararır ve felç olan gözlerim garip bir parlama görür* "Harika!" Evet, ilginç adamdı vesselam.

Sonrasında gelin arabasına bindik ve diğerleriyle buluşmak için evin önüne gittik. Bu sırada babamın arabasından çıkarılmamış olan çantalar ve bu çantaların içinde kalan müzekartlar büyük sıkıntı oldu. Arabada yer sıkıntısıda olunca herkes biraz gerildi. Esas sorun Asklepion'daydı. Önce yolu bir türlü bulamadık. Sonrasında bulduk ama sorunlar devam ediyordu. Müzekartsız girişe 15 tl deniyordu, hatta oradaki amca lütfederek gelin,damat ve fotoğrafı çeken kişiyi ücretsiz alabileceğini söyledi. Neyse, sonuçta olaylı ya da değil girdik Asklepion'a. Topuklularla o taşlı yollarda yürümek... Tarif edilemez bir acı. Amacımız neydi bilmiyorum. Özellikle bendeki 10cm platform topuklar beni öldürdü. Herkes birbirine tutunarak acılar içerisinde gelin ve damadı takip ediyordu. Ama yine de garip bir şekilde eğleniyorduk, topuklular konusunda yakınmalar herkesi ortak bir noktada topladı sanki :)





Antik tiyatroda oturduğumuzda herkes biraz rahatlamıştı. Sevgili gelin ve damadımız sahnede dans ederken onları izledik, tezahürat yaptık ve çılgınlar gibi alkışladık. Sıra herkesin sahnede toplu bir fotoğrafının çekilmesine gelmişti. Göreve talip olduğum için hemen topuklularımı bir kenara atarak yalınayak koşarak yukarılara tırmandım ve sonuç;




Dönüş vakti gelmişti ama kimse aynı yolu yürümek istemiyordu, fakat her zaman isteklerimiz gerçekleşmiyor. Daha deneyimli olarak döndük o yolları. Arada bir fotoğrafta çektim tabi. Aşağıdaki fotoğraf özellikle bir dizinin afişi olabilecek nitelikte oldu :D



Eve dönerken küçük çocukların saldırısına uğradı gelin arabası, Emre abi onlardan kurtulmak için bir kısmı boş olan zarfları kullandı, rüzgarda uçuşan zarfların peşine düşen çocuklar gelin arabasını unutuverdi hemen. Atmaca Mahallesinden geçerken tedirgindik biraz, bu yüzdende orada gaza bastık. Önümüz kapanırsa açılmasının çok zor olacağını biliyorduk. Eve gittiğimizde gelinin evden çıkması vardı artık. Kuşak 3 denemede anca bağlanabildi :P Tekrar arabalara bindik, bu sefer düğünün olacağı yere gidiyorduk.

 Düğün Mekanı


Sonunda beklenen an gelmişti işte, 1 haftanın karşılığını alıyorduk. Ben omzumda makinanın çantası, sürekli elimde olan Nikon D90 ile mekanda dolanıp fotoğraflar çekerken orada görevli olan birisi gelip "Sizi İlker abi mi gönderdi?" deyiverdi. Foto İlker mi ne çekiyormuş düğün fotoğraflarını. (bkz.İşini ciddiye alan düğün fotoğrafçısı, düğüne uygun nitelikte eleman gönderiyor :P )

Ve gecenin en önemli anı... Gelin ve damatın sahneye geliş müzikleri çalmaya başladı. Gelin ve damat ilerde göründüğünde herkes onları daha iyi görebilmek için ayağa kalkmıştı. Ardından dans müziği girdi ve sanırım o andan itibaren yaklaşık 1 saat hiç oturmadılar.

İlk Dans


Düğün boyunca fotoğraf çektim, oynadım, ayaklarım çok ağrıdı topuklular yüzünden, yine fotoğraf çektim, yine oynadım ve ayaklarım daha çok ağrıdı. Neyse, düğün pastası geldi bir zaman sonra. (Bkz.9 katlı pasta mı olur?!)


Pasta kesildi, oyuna devam derken arka planda kına için hazırlıklar son sürat sürüyordu. Kızlar saçlarına duvak taktılar, gelin hazırlandı ve action! Kınacıbaşıda bizimkiydi :)


Kına biraz çığrından çıkmış şekilde geçti. Yani gelin ve damatın o kadar üzerine yürünmese iyiydi... :P Gece sonunda nihayet birileri acıdı da düğüne ait 1-2 fotoğrafım oldu gelin ve damatla :)

Tabi başkalarının acıması olmadan kendi fotoğrafımızı çekme yeteneğine sahip bir gençliğiz biz. Fotoğrafı çekecek aletin telefon, dijital makina ya da D90 olması bile fark etmiyor bize.


Düğünün bitiminde her şeyin özeti aşağıdaki fotoğraf aslında. Her şey bittiğinde üşümüştük, yorgunduk ama mutluyduk :)


Akşam misafirlerin büyük çoğunluğunu halam ağırladı; ben, ablam, Fidan, Özge abla ve Neriman abla olarak kızlar grubu Neriman ablaların evine gittik. Saat 3.30'u geçerken uykuya daldım ve 6.30da telefonumun alarmı çalıyordu. Onu kapatma hatasında bulunup tekrar uyumuşum. Çok şükür 7.14'te tekrar uyandım ve telaşla yataktan fırladım. Herkesi uyandırdım, hızlıca hazırlandık ve yola koyulduk. Halamlarda anca kalkmış ve kahvaltı yapıyorlardı. Kahvaltıya bizde ortak olduk ve 9 olan yola çıkma saati 10'a yaklaştı. Annemler halamları da alıp akşam yola çıkacaklardı, ben ve ablam daha erken yola çıktık. Ben Emre abinin arabasındaydım, arka koltukta Özge abla, Neriman abla ve ben vardım. Gelinle damadın arabasındaydık, çok havalıydık yani :D

Yol boyunca 5-10 dakikalık 2 kısa uyku yaşadım ve ikisinde de rüya gördüm hemde düğünle ilgili! (Blogumda daha önce yer verdiğim REM uykusunu yeterli alamama durumunda uykuya dalınca beynin hızlıca REM'e geçtiğini ve bu evrede rüyaların görüldüğünü yazmıştım. Bunu bizzat deneyimledim.) Bol bol mola verdiğimiz bir yolculuktu bizimki. Susurluk'ta yemek molası verdik ve şu meşhur Susurluk ayranıyla tostunun tadına baktık. Bursa'da kestane şekeri yedik, Bolu yakınlarında çikolatalı pişmaniyelerden aldık. Bolu'ya yaklaştıkça rakım baya arttı, kulaklarda çok hafif problem yaşadım. Deniz kenarı insanıyız sonuçta :P Akşam sanırım 7 gibi Bolu'daydık. Hemen yemek masasına geçtik ve o akşam Bolu aşçılarıyla ilgili konuyu ciddi anlamda anlamış oldum. Yemekler harika ve ötesiydi :) Akşam dışarı çıktık ve restore edilip cafeye çevrilen eski bir hamamda oturduk. İtalya'dan ithal edilmiş soda gelince önüme nedenini merak ettik doğal olarak. Meğerse mekan sahibi Türkiye'deki yerlerden cevap alamayınca sinirlenmiş ve İtalya'dan hemen 1 günde gönderilince oradan almaya başlamış sodayı. Oldukça ilginç tabi.

Akşam 12'de uyuyup 8'de kalktık, son zamanların en uzun ve deliksiz uykusuydu. Kahvaltının ardından kuaföre doğru yola koyulduk. Şahsi olarak saçıma ne yaptıracağıma karar vermemiştim ama zaten fotoğrafları çeken kişi olduğum için en sona kalabilme ayrıcalığı yaşadım. Kuaför hatıralarına çok dalmak istemiyorum, sadece bir fotoğraf her şeyi açıklamak için yeterli olur sanırım.

Kuaförde hain firketenin teki alnımı hafifçe çizdi, kan akıtmak lazımdı bi yerde :P Kuaför çıkışından toplu bir görüntü var mı bakalım... Ben baktım yokmuş :P N'apalım kader kısmet bu işler... Eve geldik, yemeklerimizi yedik ve nikah salonuna gitmek için yeniden yollara düşüyoruz.

Gelin Arabası


Neriman abla ve Özge abla :))


 Işıl & Emre


Paparazziler gelinle damadı kırmızı ışıkta yakaladı :))


Nikah salonuna geldik sonunda. Heyecan dorukta!


Sıradaki çiftimiz :)


Nikahtan önceki son anlar


Nikah salonunun fotoğrafçılarıyla arıza olmasın diye en başta en arkadan çektim fotoğrafları.


Abla-kardeş kırmızılandık :))


Aile fotoğrafı (Daha çok eksik var bu fotoğrafta, kocaman bir aile olduk sonuçta :) )


Nikah sonrası bir yerlere gidiyoruz ama nereye hiçbir fikrimiz yok, konvoyu takip ettik sadece, arada bir paparazzilikte yaptım tabi :) Burdan sonra bir araba kırmızı ışıkta geçmeyince konvoyu bir süre kaybettik ama babamın inanılmaz yön bulma becerisiyle kısa bir süre sonra tekrar konvoyda idik. Gölköy (doğru hatırlıyorum dimi?) varış noktasıydı. Davullar zurnalar çaldı, çok güzel anlar vardı burada :)


Bütün kızlar toplanamadı ama olanlar yeterdi.


Çok güzel oynadılar :)


Ahanda ablamla ben, photography by Gelin Hanım :D


Sağolsunlar, onlar yüzünden evde kalıcam :)


Aile gene toplanmış ama gene eksik. Eee kocaman bir aile olunca herkesi tek bir kareye almakta imkansız gibi bir şey oluyor :)


Abim ve ablam :)


Gelin hanım makinesiyle çok güzel resimlere imza attı :)


Buradan çıkınca düğün yerine gittik. Bu arada gün boyu havada bulutlar dolandı durdu, çok korktuk yağmur yağacak diye ama çok şükür bir şey olmadı. Bu kez düğünde pek fotoğraf çekmedim zira mekan fotoğrafçılarıyla kapışmak gibi bir isteğim yoktu, genelde oynayan ve izleyen taraf oldum bu sefer. Kapıda halamlar karşılıyordu herkesi, sanırım 3 defa kendimi karşılattım :D 

Gelin ve damat geliyooooooor! :)


Dans müzikleri çok hoştu bu arada.


Kız tarafı :)



Sonunda 6 katlı pasta :D Standartları 7 değil mi bunların ya... En üst kat bana ait yanlış olmasın :P


Düğünden benim çektiğim fotoğraflar içerisinden en kalabalık nüfuslu olan bu sanırım.



Doğukan abi sağolsun, dans pisti neredeyse boşken beni dansa kaldırdı, bununla kalmayıp latin dansından örnekler sunduk birlikte, pardon o sundu ben gülmekten öldüm :D


Aşağıdaki fotoğraftan biraz önce doğumgünümü kutladı canım benim :) Ben bile saatin 12'yi geçtiğini bilmiyordum :) Seviyorum seni :)


Düğün apaçi dansıyla son buldu, herkes içindeki apaçiyi ortaya çıkardı. Düğünün en neşeli anları diyebilirim :) Arada neleri mi kaçırdınız? Hemen söyleyeyim, düğünde müzikler Ankara-Bolu havası arasında gidip geldi. Sonlara doğru istek üzerine 2 tane roman havası çaldı ama ağır roman oldu, orkestra pek alışkın değildi sanırım :P Ayrıca Bolu yöresine göre kaşık çalmayı öğrendim, düğünün sonunda kaşıklarla oynuyordum. Çektiğim en iyi halay gelinin başını çektiği halaydı, üstüne tanımam. Cezayir idi ismi sanırım öyle bir oyunla karşılaştım, oynaması bilenler baya iyi oynuyor ama benim gibi ilk defa görmüşlere ya da iyi bilmeyenlere tavsiye etmiyorum. Gece 12'yi geçtikten sonra bizim oturduğumuz tarafta küçük bir grup "İyiki doğdun Tuğçe" şeklinde bir doğumgünü kutlaması yaptı, güzeldi ama utandım azıcık :P Eve vardığımızda biraz dağılmış haldeydik.

Düğün pastasının eve gelen en üst katı benim doğumgünü pastama dönüştü.


Gece yola çıkma planlarımız vardı ama hepimiz çok uykusuz olduğumuz için Bolu'da kaldık o gece. Ertesi sabah büyük bir kahvaltı masasında kahvaltılarımızı yaptık ve Çanakkale'ye doğru yola koyulduk.



Yorucuda olsa çooook güzel bir haftaydı. Oradaki herkesi çok özledim. :) (Bkz.O kadar uzun yazıya nasıl son lan bu?!) Işıl ablamla Emre abim bir ömür boyu mutlu olurlar umarım :)